HOŞGELDİNİZ
Sayfama hoşgeldiniz.
Merak edip bir uğradığınız için teşekkür ederim.
"Yok, sadece uğramadım, abonesiyim" diyorsanız ona daha çok teşekkür ederim:)
İnternet dünyasında benim de bir yerim olsun istedim.
Ben burda sadece çok beğendiğim dokümanları ve çok güldüğüm fıkraları yayınlıyorum. Henüz hiç bir konuda yorum yapmıyorum. Şimdilik...
Genelde kaynak veya yazar mutlaka belirttim. Şayet belirtmemişsem ya çok tedavülde olan bir yazıdır ya da bana aittir. Ortak özelliklerinden biri benim beğenmiş ve fikren yakın bulmuş olmamdır. Bir de derleme amaçlıdır. İstediğimiz zaman ulaşabileceğimiz bir kaynak yaratmak. Yok mu buna benzer kaynaklar? Tabiki var. Bu sayfanın ayrıcalığı bana ait olmasıdır. İlginize teşekkür ederim.
Not1:Şahsıma yorum, eleştiri, tavsiye bildirmek veya doküman göndermek isterseniz saselzeta@gmail.com adresine iletebilirsiniz.
Not2:Ayrıca yazıların altında "yorum" linkleri bulunuyor. İsterseniz yorum da yapabilirsiniz.
29 Ağustos 2008
28 Ağustos 2008
Mevlana'dan
Bir adam hileyle, kuşun birini tuzağa düşürerek yakaladı. Kuş dile geldi, yalvardı:
”Ey ulu insan, sen koyunları, öküzleri yedin, birçok deveyi kurban ettin. Bu dünyada onlarla bile doymadın, benimle mi doyacaksın? Eğer beni bırakırsan ben sana üç öğüt vereceğim.
Bunlara uyarsan her müşkülün hallolur. Birincisini, elindeyken vereyim, eğer beğenirsen beni bırakırsın. İkincisini şu dama konarken, üçüncüsünü de şu ulu ağaçta söylerim,” dedi.Adam kuşu sıkı sıkıya tutarak:
“Haydi, söyle bakalım, eğer beğenirsem seni bırakırım,” dedi. Kuşcağız ilk öğüdünü söyledi:
“Olmayacak sözü kim söylerse söylesin, inanma” dedi.
Adam öğüdünü beğenerek kuşu bıraktı. Kuş uçarak damın saçağına kondu.
İkinci öğüdünü söyledi:
“Geçmiş gitmiş şeylere, kaçmış fırsatlara ah vah etme.” dedi.
Sonra biraz geriye çekilerek orada bulunana ulu ağaca kondu:
“Benim karnımda on bir dirhem ağırlığında paha biçilmez bir inci vardı. Eğer beni kaçırmasaydın o şimdi senin olacaktı.” dedi. Bunu duyan adam ağlayıp inlemeye, saçını başını yolmaya başladı. Bunu gören kuş seslendi:
“Ben sana geçmiş gitmiş fırsatlar için ah vah edip üzülme demedim mi? Madem fırsatı kaçırdın, neden üzülüp duruyorsun? Ya öğüdümü dinlemedin yahut da sağırsın. Ayrıca sana olmayacak şeye inanma demedim mi? Benim bütün ağırlığım üç dirhem, karnımda nasıl on bir dirhem ağırlığında inci bulunabilir?” Bunun üzerine adam kendi kendine:
”Şimdi söylediklerini daha iyi anladım. Haydi, şimdi de üçüncü öğüdünü söyle bakayım” dedi. Kuş:
”Allah için o iki öğüdü güzelce tuttun da benden üçüncüsünü mü istiyorsun? Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak toprağa tohum atmak gibidir. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı, yama tutmaz.” diyerek uçup gitti.
‘Mevlana’
Hint Masalı_Korku
Bir Hint masalına göre, kedi korkusundan devamlı endişe içinde yaşayan bir fare vardır.
Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür.
Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar.
Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür.
Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya baslar.
Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkan yok.
Onu eski haline döndürür. Ve der ki,
'Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var.
O yüzden ben sana yardim edemem.'
Ünlü yazar Shakespeare, bu konuda söyle diyor :
'İnsanların çoğu Sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.'
26 Ağustos 2008
Dr. Reşit GALİP ve ATATÜRK
Reşit Galip ise İstanbul Tıp’a gidip doktor olmuş.Öğrenciyken gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış. Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış. 1923 Mart’ında, hekimlik yaptığı Mersin’e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa’nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş:“Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir.”Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi’yi “milletin bir ferdi” sayan 30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş.
Tabii en çok da Gazi’nin…Kemal Paşa ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925′te Meclis’e girmiş. Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHF İdare Heyeti’nde görev almış. Türk Ocakları’nda, Halkevleri’nde çalışmış. Yine Atatürk’ün isteğiyle Serbest Fırka’ya girmiş. Ve Atatürk’ün sofrasına oturmuş.Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış.Bu sofra sahnesi pek çok tanığın anılarında vardır:
1931 sonbaharıydı. O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet’in bir yakınmasıyla başladı. Esat Mehmet, Atatürk’ün Harbiye’den “tabya öğretmeni”ydi. Kazım Özalp’in “Atatürk’ten Anılar” kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı.
Esat Mehmet, “kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini” belirtti. Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi.
Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı:
“Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi” dedi. “Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. inkılaplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.”
Sofra gerildi. Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı. “Bu konuyu uzatmayalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız” dedi.
Ama Reşit Galip alttan almadı. “Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir. Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez.”
Reşit Galip’in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı:
Halkevi’nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı.
Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekaleti’nden izin alamamışlardı.
Reşit Galip “Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez” diye kestirip attı.
Atatürk’ün kaşları çatıldı. “Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz” diye çıkıştı.
Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti. Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı’nı işaret ederek dedi ki:
“Devrimci devrimcidir. insanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis’te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır.”
Atatürk yeniden uyarma gereği duydu: “Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?”
“Kusura bakma Paşam, taşımıyor! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır.”
“Sizi de eleştiririm!”
Bunun üzerine Gazi’nin sabrı taştı: “Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize müsaade edemem” diye haşladı.Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı:
“Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir’a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz.” ilk kez Atatürk’ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu.
Reşit Galip’in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu’nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekanın sahibi Madam Senya’dan “İş Bankası’ndan kredi alamıyoruz” yakınmasını dinlemiş ve orada bir kağıda iş Bankası Genel Müdürü’ne hitaben “yardımcı olunması” isteğini yazmış, Rus çifte vermişti.
Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu. Atatürk bu kez kızmadı; “Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin” diyerek kibarca Reşit Galip’i sofradan kovdu.
Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı:
“Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır.”
Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp
“Öyleyse biz kalkalım” dedi. Sofradaki bütün heyet ayaklandı;
Reşit Galip’i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar.
Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir:
Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir.
Atatürk uyandığında Genel Sekreteri’ne Reşit Galip’i sorar.
“Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara’ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik” derler. Atatürk
“Ankara’ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz” der.
Sonra “Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var” diye ekler.
1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip’in Ankara Radyosu’ndaki bir konuşmasını dinler; “Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile” demektedir.
Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder. Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder. Onun yanına da, hocası Esat Mehmet’i oturtur. Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı’nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar.
Rose Noir olayı mı? Onu da hatırlatalım:
İş Bankası Genel Müdürü Muammer Eriş, Atatürk imzalı kağıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gelmiş, Ata’nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir.
Reşit Galip’in bakanlığı sadece 13 ay sürdü. Bu süre içinde Darülfünun’dan üniversite reformunu başlattı. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı.
Eşi Zübeyre Hanım’ın deyimiyle “deli gibi çalışıyor” ama Atatürk’e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu.
Aslında Atatürk’le araları iyiydi. O Gazi’ye “Paşam”, Gazi de ona “Doktor” diye hitap ederdi.
Torunu Feyhan Oran’a “Peki ne oldu da ayrıldı?” diye sordum. Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk, “Seni eve ben bırakacağım” demiş.
Eve bırakınca o da saygıdan, “Ben de sizi uğurlayacağım Paşam” karşılığını vermiş.
Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış.
O gece zatürree olmuş.Dinlenmesi tavsiye edilince 1933 Ekim’inde görevden ayrılmış.1934 yazında Moda’daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş. Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını takip etmeye başlamış.Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış.1934′te, 41 yaşında hayata veda etmiş.
“Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış” dedi hiç görmediği torunu Feyhan:
“Anneannem üç çocuğunu büyütebilmek için Afet İnan’dan yardım istedi. Atatürk’ün yardımıyla krediyle bir ev aldılar. O evin bir odasına sığışıp diğer daireleri kiraya vererek geçindiler.”
Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan “Türküm doğruyum çalışkanım” andı var ya… Geçenlerde sevgili hocam Prof. Dr. Baskın Oran’ın eşi Feyhan, “Biliyor musun o andı kim yazdı?” diye sordu.
“Kim?” dedim merakla…
“Dedem.”
“Deden kim?”
“Reşit Galip…”
İnanılır gibi değil.
Ne o andın 1933′ün 23 Nisan günü Reşit Galip’in kaleminden çıktığını biliyordum… Ne de Feyhan’ın Atatürk döneminin Maarif Vekili Reşit Galip’in torunu olduğunu…
Feyhan ilkokulda her sabah içtiği andın dedesinin kaleminden çıktığını ilkokul sonda annesinden öğrenmiş.
25 Ağustos 2008
Alkışlarrr :))
Oğlunun 18.000 YTL kredi kartı borcu olduğunu öğrenenince; 'Keşke korunsaydım'
diyen babaya,
Misafir odasında baca deliği olmadığı halde 'Anne sobayı bu sene misafir
odasına kuralım mı?' diyen abime, 'Olur, boruyu da k.çına sokarız, kafanı
camdan çıkarırsın, sorun olmaz.' diyen anneme,
Kaza mahallinde elinde cep telefonuyla koşturup '
diye bağıran sarışına,
Birbirlerine ana avrat küfür eden iki kişinin arasına girip ikisine de
birer tokat atan ve 'Analar kutsaldır, analara küfür etmeyin, o. çocukları!'
diyen Karadenizli ağır abiye,
Annesine kızıp, buharlı ütünün içine işemeyi akıl eden! Annesini buram buram
çis kokularıyla işyerine yollayan! Annesi; ancak arkadaşları ''acayip kokuyorsun'' dediğinde işi çözen anneye ve çocuğuna,
Banyonun lambası yanmayınca elektrikler kesik zannedip yarım saat gelmesini
bekleyen. Beklerken de canım sıkılmasın diye televizyon seyreden kişiye,
Lisedeki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenimiz AİDS' in açılımını
yapıyor: Allaha İsyaneden Deyyusların Sonu... diyen hocaya,
Birer alkış istiyorum…
24 Ağustos 2008
Tren_fıkra
Temel Trene binecek! Temel ve iki arkadaşı İstanbul’dan Trabzon’a gitmek üzere tren garına giderler ilk Trabzon treni 1 saat sonradır, bileti alırlar. Ne yapalım bir saat diye düşünürken yemeğe gitmeye karar verirler. Yemekte sohbet, muhabbet saate bir bakarlar ki 1 saati geçmiş. Hemen koşarlar tren garına ama tren gitmiş. Yine bilet alırlar 1 saat sonrası için. Ne yapalım vakti nasıl geçirelim derken kahveye giderler. Çaylar kahveler sohbetler uzar da uzar ve saate baktıklarında 1 saat olmasına 5 dakika vardır. Hemen koşarlar gara ama trene yetişemezler. Gişeye gidip sorarlar yine Trabzon'a gidecek tren var mı diye. Gişedeki adam ''bakın bu son tren eğer bunu da kaçırırsanız Trabzon'a bugün dönemezsiniz'' der. Bileti alırlar yine sıkılıp ne yapalım ki derken pastaneye gitmeye karar verirler. Pastalar, kekler, çörekler muhabbet derken saate bir bakarlar ki 1 saat olmak üzere hemen koşarlar gara. Tren yeni hareket ediyor, içlerinden biri uzun ilk vagonu yakalar, diğeri orta boylu son vagonu tutar. Son tren de böylece kaçmıştır, Temel oturur yere başlar gülmeye. Gişe memuru yanına gelip ''Sen ne garip adamsın. 3 treni de kaçırdın, arkadaşların gitti, sen kaldın, ağlayacağına gülüyorsun be adam'' deyince Temel cevap verir:''Uy hemşerum onlar beni geçirmeye geldiydu ben ona güleyrum''
Satıcı_fıkra
Ateşli bir köy çocuğu şehrin en büyük marketinde işe başvurur. Dünyanın bu en büyük alışveriş merkezinde her şey ama her şey satılmaktadır. Patron sorar:
- Daha önce hiç satıcılık yaptın mı?
- Evet köyümde bu işi yaptım… Patronun gözü çocuğu tutar:
- İyi, yarın başlıyorsun. Ertesi gün akşam olur ve patron çocuğu karşısına alır;
- Evet, bugün kaç satış yaptın?
- Bir!
- Ne bir mi? Ötekiler 20-30 satış yaptılar, Nasıl bir? Kaç dolar tuttu peki?
- 320.334 USD doları.
- Patron şaşırır ve sorar:
- Nasıl becerdin bunu?
- Adama küçük boy bir olta, sonra orta boy ve sonra da büyük boy bir olta sattım. Adama nerede balık tutacağını sordum. Kıyıda diyince bir tekneye gereksinimi olduğunu söyledim. Tekne bölümüne indik ve çift motorlu, yelkenli, lüks bir yat sattım. Vosvosuyla bunu çekemeyeceğini söyleyince son model 4x4 bir jeep sattım. Patron kendinden geçer:
- Ne diyorsun, tüm bunları bir küçük olta almaya gelen adama mı sattın? Genç çocuk yanıt verir:
- Yoo aslında karısı için bir tane orkid istemişti... Ben de ona şöyle dedim:
- "Haftasonun mahvolmuş, sen en iyisi balığa git..."
Futbol_fıkra
Einstein ölünce öteki tarafta sorgu melekleri sınavdan geçirip, dünya defterini okumuşlar. Üstat, insanlığa olan katkılarından dolayı cennete gitmeye hak kazanmış. Einstein'ı büyük bir kapıdan içeri büyük bir bahçeye getirmişler. Burası cennetmiş. Çok büyük ve güzel bir villa ve etrafı çiçeklerle kaplı bir Bahçe vermişler. Einstein, sevinçle yerleşmiş ve yaşamaya başlamış. Bir gece geç saatlerde purosunu tüttürüp kitap okurken kapısı çalmış. Einstein merakla kapıyı açınca karşısında bir adam görmüş. Adam;
"Benim IQ'um 180" demiş. Einstein çok sevinmiş ve hemen adama,
"Gel içeri seninle Quantum fiziği, izafiyet teorisi biraz da felsefe konuşalım." demiş. Adamı 7 gün 7 gece misafir etmiş. Bir süre sonra yine bir akşam kapı çalınmış. Yine bir adam:
"Benim IQ'um 90" demiş. Einstein;
"Gel seninle siyaset ve ekonomi konuşalım" diye içeri almış adamı. Adam 7 gün 7 gece kalmış villada. Aradan yine vakit geçmiş ve bir gece vakti kapı çalınmış. Yine bir adam:
"Benim IQ'um 15" demiş. Einstein;
"Buyur içeri, konuğum ol" demiş. "Seninle de futbol konuşuruz".
Diyafon_fıkra
Delikanlı sevgilisini akşam eve bırakır. Evin önünde masum bir iki fısıltıdan sonra ateşlenir. Bir elini duvara dayayarak:
"Beni bir öper misin?" der. Kız:
"Deli misin annemler görür" der..
Delikanlı: "Ne olacak canım bu saatte kim görecek, ne olur seni çok seviyorum..."
Kız: "Ben de seni ama olmaz..." Delikanlı çok ateşli tabi devamlı ısrar eder... Bir ara aniden merdivenlerin ışığı yanar ve kızın küçük kız kardeşi belirir. Küçük kız:
" Babam diyor ki öpecekse öpsün, gerekirse ben öpecekmişim, o da olmazsa kendisi gelecekmiş ama o hayvan oğlu hayvana söyle elini diyafon düğmesinden çeksin dedi"
Papağan_fıkra
23 Ağustos 2008
Alkışlarrr :)
Bilirsiniz, bi ara gençlerde cüzdana zincir takıp sarkıtma modası vardı. İstiklal’de yürürken, yanımdan bu model bi tip geçiyordu ki adamın teki bombayı patlattı: "Ne o lan? Köpeğin gıçına mı kaçtı?" dedi.
Devlet Tiyatrosundan bi arkadaş, bi oyun için mi ne, Akçaabat'a gitmiş. Ekip olarak şehir merkezine gelmişler. Kafalarını kaldırınca, koca bir bez afiş görmüşler. Söyle yaziyo: "Ben de sporcunun zeki, çevik ve ahlaklı olanını severim. Akçaabat Belediye Başkanı"
Ya olmaz böyle bir fırlamalık, dinleyin: İstiklal’in oralarda, 9-10 yaşlarında, büyük olasılıkla tinerci, iki çocukla konuşuyor polis. Birisine sordu, "Nerede oturuyorsun sen, evin nerede senin?". Çocuk: "Evim filan yok, orada burada uyuyorum". Polis öbürüne döndü: "Peki, sen?". İkinci çocuk: "Komşuyuz!" :)
Az önce iş icabı Isparta'da bir müşterimizi aradım.Telefonu açan kibar bayana ilgili kişinin mail adresini sordum. Hanımefendi gayet kibarca "Bizim burada internet çekmiyor" dedi :)
Cuma aksamı gecenin bir yarısı Arnavutköy'de taksi arıyordum. Fakat etrafta bir tane bile yoktu. Arabasını park etmiş yemek yiyen bir taksi şoförü gördüm. Adama yaklaşıp, "Abi müsait misin?" dedim. O da, "Ehliyetin var mı?" diye sordu. Taksim'e kadar taksiyi ben kullandım, o paşa paşa yemeğini yedi.
Bir arkadaş anlattı. Geçenlerde Taksim'de yürürken sıkışınca Mc Donalds'in tuvaletine girmiş. Tuvaletten sonra elini kolunu sallaya sallaya restorandan çıkarken elemanlardan biri arkasından seslenmiş: "Bir gün yemeğe de bekleriz..."
Ne zaman Kadıköy’e gitsem bir araba görüyorum: Bir Tipo'nun arka camında hayvanî puntolarla söyle yazıyor: YARGITAY KARARI TOFAS'IN ÜRETIM AYIBI
İzmirliler bilir, toplu taşımada Kentkart uygulaması vardır. Karta para yüklersiniz, otobüslerde manyetik okuyucuya tutarsınız ve okuyucu okuduğuna dair sinyal sesi verir. Kentkart uygulamasının ilk yılıydı. Yaslı ama çok tonton bir teyze elinde Kentkartla otobüse bindi. Nedense kartı şoförün suratına doğru tuttu (Herhalde paso gibi gösterilecek zannetti). Şoför iki-üç saniyelik şaşkınlık periyodunu atlattıktan sonra, "Biiiiip!" dedi. Teyze bi şey olmamış gibi geçip şoförün arkasına oturdu. Otobüsteki herkes kahkahalarla gülerken bense şoförün zekasına hayran olmuştum.
Bir gün yolda giderken kaset satan bir dükkanın camında aynen söyle bir yazı görmüştüm: "Arabalar için cıstaklı müzik gelmiştir."
DIŞ POLİTİKA
'Suudi Arabistan'ın Riyad şehrinde, farklı ülkelerden gelen bir turist grubu, bir dinlenme yerine giderek buz gibi kola ısmarlamışlar. Kolalar gelince bardaklarında birer karasinek olduğunu fark etmişler.
İNGİLİZ, başka bir bardakta yeni bir kola istemiş.
İSVEÇLİ, aynı bardakta yeni bir kola istemiş.
FİNLANDİYALI, sineği bardaktan çıkardıktan sonra kolayı içmiş .
RUS, kolayı sinekle birlikte içmiş.
ÇİNLİ, sineği yemiş, kolayı içmemiş.
YAHUDİ, sineği yakalayıp Çinli'ye satmış.
JAPON, değerlendirilmek üzere, sineği Tokyo'ya göndermiş.
YUNANLI, kolanın yarısını içtikten sonra itiraz ederek yeni bir kola istemiş.
NORVEÇLİ, kolayı içtikten sonra bardaktaki sineği balıkyemi olarak kullanmış.
İRLANDALI, sineği ezip kolayla karıştırmış ve İngiliz'e içirmiş.
AMERİKALI, 5 milyon dolarlık tazminat davası açmış. Arabistan hükümeti, özür dileyerek, 10 milyon dolar tazminat ödemiş.
Bakan, bıyık altından gülerek rapordan hoşlandığını belirtmiş. 'İyi, güzel de, bu turist grubunun içinde bizden biri yok muymuş?' diye sormadan edememiş. 'Varmış efendim' diye cevaplandırmışlar. Bakan devam etmiş, 'Peki, o zaman, O ne yapmış?'. Bürokratlar birbirinin yüzlerine bakmışlar. İçlerinde en tecrübeli olanı, bir adım öne çıkıp, cevap vermiş,
'TÜRK, olayı şiddetle kınamış.
Bütün Lüksü...
ATATÜRK...
Gençliğinde kot pantolon giyememiş.
Sevgilisinin elinden tutup
Hasılat rekorları kiran bir sinema filmine gidememiş...
Padişah ona Trablusgarp Cephesi'nde görev verdiğinde, lüks uçak
şirketinin, first class koltuğunda viskisini yudumlayarak görev yerine gidememiş...
Halkına bağımsızlık fikrini anlatabilmek için kortej esliğinde
Mercedes'lerle gezememiş Anadolu'yu...
Kurtuluş hareketini başlatmak için 19 Mayıs'ta Samsun'a ayak basan
ayağında spor ayakkabısı ya da kovboy çizmesi yokmuş...
Kazandığı her savaştan sonra savaş sahasına fırlayıp moral veren
mini etekli ponpon kızlar da yokmuş...
Tarih kitaplarına bakılırsa, Yunanlıları İzmir'den denize döktükten sonra
timsah yürüyüşü de yapmamışlar...
Ülkesinde yapacağı devrimleri, unutmamak için not alacağı bir
cep bilgisayarı olmadığı gibi, kendisine suikast girişiminde bulunacakları
da cep telefonundan öğrenememiş!
Atatürk için üzülüyorum. Dağ gibi adam, bir radyo programına faks çekemeden,
İsmet Pasa için Safiye Ayla'dan bir istek parçası isteyemeden gitti ..
Lozan Zaferi'nden sonra veya Cumhuriyet'in ilanından sonra arabaya atlayıp
sabahlara kadar korna çalıp, elinde bayraklarla sokaklarda tur atamadı.
Evinin balkonuna çıkıp, bir şarjör mermiyi havaya sıkamadı.
Atatürk'e acıyorum...
Sen kalk, dört kadınla evlenebileceğin bir dönemde dünyaya gel,
sonra değerini bilmeyip tek kadınla evlilik sistemini
getir. Aaaah ah...
Çılgın diskolara gitmek, sabahlara kadar içip, içip rock yapmak,
babasının mersedesini alıp söyle bir Emirgan turu çekmek dururken...
Bunları yapmadı Atatürk...
Keyif çatmadı...
Tüm hayatini ülkesinin kurtuluşuna ve uygarlaşmasına harcadı...
İşte onun için büyük adamdı Atatürk her fırsat elinde vardı. O ise
sadece bu milletin bağımsızlığını istedi.
Bütün lüksü 2 kadeh rakı içmekti o kadar...
Beraberlik - Bir ömür boyu...
Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar.
Hemşireler, önce pansuman yapmışlar ve 'biraz beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini' söylemişler.
Yaşlı bey huzursuzlanmış; "acelesi olduğunu, röntgen istemediğini" söylemiş. Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar.
"Eşim huzur evinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum" demiş.
"Eşinize haber iletir gecikeceğinizi söyleriz" deyince.
Yaşlı adam üzgün bir ifade ile "Ne yazık ki karım Alzheimer hastası hiç bir şey anlamıyor, hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor" demiş.
Hemşireler hayretle "Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden her gün
onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?" diye sormuşlar.
Adam buruk bir sesle "Ama ben onun kim olduğunu biliyorum" demiş.
22 Ağustos 2008
Hayattan Ne Öğrendim?_ Can Dündar
Verilen süre içinde aklıma gelenleri aşağıda yazdım.
Yanlışların doğruları götürmeyeceğini umuyorum:
Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.
Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.
Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...
İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.
İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.
Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini...
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.
Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...
Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.
Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.
Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu; gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.
Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.
Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Can Dündar
21 Ağustos 2008
NEYİ DİNLİYORSUNUZ?
Bir gün bir Kızılderili ve beyaz arkadaşı New York şehrinin merkezinde yürüyordu. O sırada öğle tatili vaktiydi ve caddeler insanlarla doluydu. Sürücüler kornalarını çalıyor, taksi şoförleri müşteri bulmak için köşelerde bağrışıyor, sirenler çalıyordu... Kısacası, şehrin gürültüsü kulağı sağır edecek derecede fazlaydı. Birden, Kızılderili durdu ve “Bir cırcır böceğinin sesini duyuyorum” dedi. Arkadaşı “Ne? Çıldırmış olmalısın. Bu gürültüde cırcır böceğini duymanın imkanı yok” diye karşı çıktı.“Eminim” diye ısrar etti Kızılderili. “Bir cırcır böceği duydum.”Kızılderili bir müddet dikkatle dinledi ve caddenin karşı tarafına geçip büyükçe bir çimento fabrikasına doğru yürüdü. Fabrikanın bahçesinde öbek öbek birkaç çalılık vardı. Çalılıklara baktı. Gerçekten de dalların altında küçük bir cırcır böceği vardı.“İnanılmaz!”dedi arkadaşı. “Sende insanüstü kulaklar var galiba. “Hayır” diye cevapladı Kızılderili. “Benim kulaklarım seninkilerden farklı değil. Bütün mesele dinlediğin şeye bağlı.” “Bu mümkün değil!”dedi arkadaşı. “Ben bu gürültüde asla bir cırcır böceğini duyamam.” “Mümkün” karşılığını verdi. “Neyin senin için gerçekten önem taşıdığına bağlı bu. Dur sana göstereyim.”Elini cebine sokup birkaç madeni para çıkardı ve onları yuvarlanacak şekilde kaldırımda yere attı. Kulaklarında hala kalabalık caddelerin gürültüsü yankılanırken, 8-
19 Ağustos 2008
MÜZAYEDE
Yıllardır eşiyle birlikte bu yalnızlığı, bu eksikliği içten içe hissetmişlerdi.
Ama umutla dua etmeye, sabırla beklemeye devam ediyorlardı. Eşi, aynı zamanda bir ressamdı. Kadın hayal ettiği bebekleri, çocukları büyük bir ustalıkla yağlı boya tablolara çiziyordu. Ancak resimleri hep kendine saklıyor, sergiliyordu. Resmini yaptığı bebekleri, çocukları kendi çocukları gibi seviyordu. Haliyle, çocuklarını parayla bir başkasına satmak aklının ucundan geçmezdi.
Sonunda ihtiyarlık günleri gelip çattı. Artık çocuk sahibi olma hayalleri bitmişti. Fakat beklenmedik bir şey geldi başlarına. Ağır bir trafik kazası geçirdiler. Adam hafif yaralı olarak kurtuldu. Ancak karısı ciddi bir beyin hasarı ile yoğun bakımda yattı aylarca. Adam karısının sağlığı için servetinin önemli bir kısmını harcadı.
Derken, doktorlar karısının kısmen iyileştiğini söylediler. Kadın eve döndü. Ama artık eskisi gibi değildi. Adeta bir çocuk gibi yaşıyordu. Karısının gündelik işlerini yapabilmesi İçin bir bakıcı hanım çalışıyordu yanlarında. Kocasını savaşta kaybetmiş genç hanımı adam ve eşi evlatları gibi sevdiler. Eve biraz olsun çocuk cıvıltısı getiren iki küçük çocuğunu da torunları bildiler. Bu arada evin hanımı eskiden olduğu gibi resimler yapmaya çalıştı. Bekleneceği gibi tabloları eskisi kadar başarılı değildi. Yine de Kadının eski günlerdeki gibi mutlu olmasına yardımcı oluyordu.
Yıllar hızla aktı. Kadın bir gün beyin sorunları nedeniyle öldü.Adam, bakıcı hanım ve iki yetimini değerli hediyelerle evlerine gönderdi. Çok geçmeden adam da kalp krizi geçirerek hayata veda etti. Böylece hayalleri süsleyen o koca servet sahipsiz kaldı. İlk olarak Paha biçilmez antikalar büyük bir müzayedede satışa sunuldu. İlk parça adamın eşinin beyin özürlüyken yaptığı bir tabloydu. Bir özürlünün umutlarını döktüğü, ruhunu ortaya koyduğu bu mütevazi tabloya kimse dönüp bakmadı bile. Herkes az sonra önlerine gelecek paha biçilmez antikaları bekliyordu. Satıcının 'Artıran var mı?' diye bağırışına salondan tek cevap gelmiyordu. Müzayede salonundaki sessizliği, müzayedeye ilk defa gelen bakıcı kadının sesi bozdu. Annesi gibi sevdiği bir kadının çocukları gibi sevdiği tablosuna müzayede salonunda pek alışık olunmayan bir teklifle müşteri oldu:
'Beş dolar!'diye bağırdı acemice. Daha fazlası yoktu cebinde. Umutla bir başkasının kendi teklifini artırmasını bekledi. Sessizlik yine bozulmadı. Müzayede yöneticisinin 'Satıyorum. Satıyorum..Saaaaat...tım.' demesiyle tablo sadece 5 dolara kadının oldu.
Müzayede yöneticisi satılan tabloyu bir kenara koymak yerine çerçevenin Arka yüzünü herkesin görebileceği biçimde yukarı kaldırdı. Tablonun arkasında katlanmış küçük bir kağıt parçası vardı. Yine Herkesin gözleri önünde kağıdı aldı ve açtı. Özenli bir el yazısıyla yazılmış notlara göz gezdirdikten sonra Kalabalığa döndü:
'Bayanlar ve baylar; müzayede bitmiştir! Sonra kağıt üzerindeki notu seslice okudu:
'Kim eşimin bu mütevazi emeğine değer vererek bu tabloyu satın almışsa, eşime verdiğim değerden çok daha azını hak eden servetim de onundur.'
Ailemizde birbirimiz için yaptığımız her işin ardında böyle bir not olmalı mı dersiniz? 'Karımın benim için yaptığı her şey benim değer verdiklerimden çok daha değerlidir‘ gibi.
Kocamın benim için yaptıkları onun sahip olduklarından çok daha paha biçilmezdir' gibi.
Ve çocuklarınızın bizim için sevgiyle yaptıkları, kendi ruhlarını taşırıp da ortaya koydukları güzel şeylerin ardında yazılı bu notu okuyabiliyor muyuz?
Dünya belki de bir açık artırma salonudur. Gördüğümüz her şeye birileri Bir paha biçer. Sırf başkalarının biçtiği değerler üzerine yeni değerler Eklemek için ömrümüzü bizim için en değerli olanları unutarak, hatta bazen kırarak tüketiyor olabiliriz.
Sevimli bir çocuğun babası ve annesi olmanın değeri borsalarda ölçülemiyor. Fedakar ve sadık bir eşin bizim için yaptıklarını hiçbir insan Kaynakları uzmanı hesaplayamıyor. Oysa hepsi antika… Kimsenin görmediği, kimsenin fark etmediği kadar özel ve güzel değerler…
'Müzayede' bitmeden birbirimize ziyadesiyle değer verelim. Olur mu...? Sevgiyle kalın...:)
11 Ağustos 2008
Üç Heykel
İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği; birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.
Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.
Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: "Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."
Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.
Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.
Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.
Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.
İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.
Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı.
Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.
Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:
"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.
Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.
En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim."
Fıkra_pilot
Holywood'un yüzlerce kez işlediği;
'uçakta pilotlar ölür ya da bayılır, yolculardan biri merkezden telsiz talimatıyla uçağı indirir'
klişesinin uyarlanmış hali… ABD de olur da Türkiye'de olmaz mı ?
— aloo, aloo, abi ben kamil koc istanbul— ankara otobüsünden arıyorum. kaptan molada içkiyi fazla kaçırdı herhalde, uyuyor şimdi.
— evlat sakin ol, muavin orda mı?
— hayır, otobüste değil, tanrım ona ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok!
— tamam evlat, hiç korkma, sizi kurtaracağız. şimdi şoförü yavaşça koltuktan yana çek, sen oturacaksın onun yerine.
— ama onu yana çekersem düşer, kendinde değil!
— düşs ün pezevenk! oraya senin oturman lazım.
— tamam, oturdum. şimdi ne yapmalıyım?
— direksiyonu tut, ne çok sıkı ne çok gevşek.
— tuttum. çok eğlenceli görünüyor ehu :)
— evlat, ciddi ol, 40 yolcunun hayatı senin elinde. şimdi; önündeki panelde
bir çok gösterge var değil mi? tam ortadaki büyük olana bak, ne yazıyor orda?
— bismillahirrahmanirrahim.
— hayır göstergenin üstündeki yazıya değil göstergeye bak! Hız göstergesine bak, kaçla gittiğinizi görebiliyor musun?
— sıfır.
— nasıl sıfır? dikkatli bak.
— sıfır, gerçekten sıfır. ölecek miyiz?
— otobüs duruyor mu gidiyor mu bunu söyle bana seni kuş beyinli!
— duruyooor
— kalk s.ttir git eşşoğlueşşek! bize de panik yaptırdın. Şoför uyanınca devam edersiniz
Fıkra_şoför
Taksiye binen müşteri bir müddet gittikten sonra şoföre bir şey sormak için hafifçe omzuna dokunur. Şoför bir çığlık atıp, direksiyonun kontrolünü kaybeder, bir otobüse çarpmak üzere iken direksiyonu kırar, kaldırıma çıkıp, bir vitrinin önünde arabayı durdurur ve arkaya dönüp müşteriye:
-'Bir daha bunu yapmayın!' diye bağırır. Müşteri ise sakinlikle bir ufacık dokunmanın onu bu kadar korkutup sıçratacağını düşünemediğini söyler. Bu arada kendini toparlamış olan şoför, müşteriye dönüp
-‘Haklısınız, aslında sizin kabahatiniz yok. Bugün benim ilk taksi şoförlüğüm. 25 senedir cenaze arabası şoförüydüm'
ZEYTİNİN TERİ
Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir'in Savaştepe ilçesinde. Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe rağmen arızayı bulamamışlardı. Dağda su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak
Savaştepe'ye kadar gidebilmiştik.
Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık Hüseyin amcayla.
Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini söyledi.
Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi. 'motorun soğutma sisteminde sorun görmediğinden' söz etti. Bir süre daha bakındı. Sonra 'buldum galiba' diye haykırdı. 'Herşey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir. Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. O takdirde döşemelerin ıslak olmalı' dedi. Gerçekten de onca uzmanın
çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü. Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor eksilen soğutma suyu yüzünden araba hararet yapıyordu. Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca.
Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;
— Doktor musun?
— Evet.
— Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de çayımızı içer soluklanırsınız. Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi.
Hanımının şikayetlerini dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve menopoza bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi.
Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Bir şey kırıp dökmesin
diye yanına gittiğimde evin bir odasının duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlığım daha da artmıştı.
Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli ilkokul öğretmeni olduğunu 39 yıl devlet hizmetinde Ege'nin köylerinde çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe'ye yerleştiğini anlattı. Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğini burada hanımıyla baş başa yaşadığından dem vurdu.
— Neden buraya yerleştin?
— Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti. Ben Savaştepe köy enstitüsünün ilk mezunlarındanım. Hasan Ali Yücel maarif vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini. Ayrılamadım buralardan.
— Peki bu tamircilik işi nereden çıktı?
— Dedim ya, bilmezsiniz sizler, köy enstitüsü mezunu olmanın ne demek olduğunu? O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler. Hayatı öğrendik ve öğretmen olup hayatı öğrettik çocuklara.
— Yani elinizden çok iş geliyor.
— Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi soru sormayı, aklını kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya...
Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı. Emekli olduktan sonra zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan söz etti.
— Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışsız. Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Giderek ona benzemişiz.
— Nasıl yani?
— İnsan da doğanın meyvesi değil mi?
Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup;
— Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan. Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya
salamura yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı sanıyor, ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları.
— Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi' diye soracak oldum. Hanımına baktı gülüştüler.
— Hurma zeytini bilir misin?
— Bilmem. Hiç duymadım.
— Egenin bazı yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır. Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır anlayacağın.
— Eeee.
— Köy enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de diğer insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı, insanı. Hayata hazırlıyorlardı.
Sustuğumu görünce. Hanımından boşalan bardakları doldurmasını rica etti.
— işte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini hatırlatmak için buradayım,
doktorcum, unutulsun istemiyorum' dedi. Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye
etti. Vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar.
Dr. Mehmet Uhri
Not: Bu yazı, emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve köy enstitülerine emek verenlerin anısına ithaf olunmuştur.