HOŞGELDİNİZ

Merhaba,
Sayfama hoşgeldiniz.
Merak edip bir uğradığınız için teşekkür ederim.
"Yok, sadece uğramadım, abonesiyim" diyorsanız ona daha çok teşekkür ederim:)
İnternet dünyasında benim de bir yerim olsun istedim.
Ben burda sadece çok beğendiğim dokümanları ve çok güldüğüm fıkraları yayınlıyorum. Henüz hiç bir konuda yorum yapmıyorum. Şimdilik...
Genelde kaynak veya yazar mutlaka belirttim. Şayet belirtmemişsem ya çok tedavülde olan bir yazıdır ya da bana aittir. Ortak özelliklerinden biri benim beğenmiş ve fikren yakın bulmuş olmamdır. Bir de derleme amaçlıdır. İstediğimiz zaman ulaşabileceğimiz bir kaynak yaratmak. Yok mu buna benzer kaynaklar? Tabiki var. Bu sayfanın ayrıcalığı bana ait olmasıdır. İlginize teşekkür ederim.
Not1:Şahsıma yorum, eleştiri, tavsiye bildirmek veya doküman göndermek isterseniz saselzeta@gmail.com adresine iletebilirsiniz.
Not2:Ayrıca yazıların altında "yorum" linkleri bulunuyor. İsterseniz yorum da yapabilirsiniz.

10 Aralık 2009

İki Tenorun Gerçek Hikayesi



HISTÓRIA REAL DE DOIS MÚSICOS

Hikayeyi bilen çok azdır…

Şarkı söyleyerek milyonları büyüleyen üç tenordan ikisinin hikayesi bu!

İspanya’ya gitmemiş olsanız bile, “Katalanlar”ile “Madrilenler” arasındaki düşmanlığı duymuşsunuzdur. Madrit merkezli idare edilen bir İspanya’da, Katalan’ların neden bağımsızlık için mücadele ettiği konusunda da bir şeyler duymuşsunuzdur.

Şöyle başlayalım…

Placido DOMINGO Madrilen’dir.

Jose CARRERAS Katalan’dır.

1984 te, politik ayrılıklar nedeni ile CARRERAS ve DOMINGO düşman oldular!


Çağrıldıkları tüm konserlerde, dünyanın neresinde olursa olsun, ikisi de sözleşmelerinde muhatapları da davetli ise konsere çıkmayacaklarına dair şart koşarlardı!

1978 de, Jose CARRERAS’ın karşısına Placido DOMINGO’dan çok daha yaman bir düşman çıktı.!Bazı tetkikler sonucu, lösemiye yakalandığını öğrendi. Kansere karşı savaş zordu. Yıllarca süren tedaviler, kemik iliğinin, kanın değişimi, onun her ay Amerika’ya gitmesini gerektiriyordu.Çalışması zorlaşmıştı.

Büyük bir serveti olmasına rağmen hastalığının korkunç maliyetleri altında, ekonomik olarak çok güç durumda kalmıştı.

Tam sıfırı tüketmişti ki, bir dostu, ona Madritte kurulan ve lösemi hastalarını ücretsiz tedavi eden bir dernekten bahsetti. İşte “FORMOZA” adındaki bu dernek sayesinde, CARRERAS zaman içinde hastalığını yendi ve şarkı söylemeye devam etti.!!!

Tekrar, layık olduğu şekilde, büyük paralar kazanmaya başlamıştı. Derneğin bağışçılarından olmaya karar verdi! Derneğin kuruluş tüzüğüne baktığında, Kurucusu ve başkanının Placido DOMINGO olduğunu büyük bir şaşkınlıkla öğrendi!!!

Hemen arkasından, DOMINGO’nun derneği ona yardım etmek için kurduğunu ve baş düşmanının bu yardımını kabul etmeyeceğini bildiğinden, özellikle bunun gizli tutulmasını istediğini öğrendi!!!!!!

Hikayenin en can alıcı noktası, iki devin karşılaşması oldu! Placido DOMINGO’nun Madritteki bir konseri sırasında, Jose CARRERAS herkese parmak ısırttı!!.

Konseri bölerek sahneye çıktı, düşmanının önünde diz çökerek milyonların önünde bu asil davranışı için kendisine teşekkür etti!

Placido DOMINGO, onun yerden kalkmasına yardım ederek kucaklayınca, bambaşka sıcaklıkta bir arkadaşlığın ilk tohumları atılmış oldu!!!

Uzun zaman sonra, bir gazeteci DOMINGO’ya sordu:

«Baş düşmanınıza yardım ettiğinizi bile bile, rakibinizi kurtarıp karşınızda rekabete çıkaracak “FORMOZA”, derneğini neden kurdunuz?

Cevap hızlı ve kesindi!:

“Çünkü onunki gibi bir sesin yok olmaması gerekirdi!”

Duyarlı insanlar olarak, hepimiz için parlak bir örnektir bu!!!


Materyalist Avukatlar

Çok havalı ve zengin bir avukat, yeni aldığı lüks spor arabasını ofisinin önüne park eder. Ofisteki arkadaşlarına nasıl gösteriş yapacağını düşünür ama bulamaz. Neyse der arabadan inmek için kapıyı açar. Bu sırada yoldan hızla geçen bir kamyon açık kapıyı kopartır atar. Avukat derhal polisi arar. Bir dakika içinde polis olay yerine gelir. Fakat daha tek bir soru sormasına bile fırsat bırakmadan avukat haykırmaya başlar.
- Daha dün aldığım süper lüks arabam mahvoldu. Şimdi kaportacı ne kadar ince iş görse de eskisi gibi olmayacaktır. O kamyonun sürücüsü derhal bulunmalı ve yaptığı hasar ona mutlaka ödettirilmeli... Avukat kızgın ve öfkeli şikayetini nihayet bitirir. Polis bıkkın bir şekilde başını sallar ve adamla konuşmaya başlar:
- Siz avukatların bu kadar materyalist olmalarını bir türlü anlayamıyorum. Sahip olduğunuz şeylere öyle bağlanıyorsunuz ki, başka bir şeyi gözünüz görmüyor.
- Nasıl söylersin böyle bir şeyi? Diye bağırır adam polise. Polis adama acıyarak ve küçümseyerek bakar.
- Kazada sol kolun dirseğinin altından kopmuş, görmüyor musun? Sen burada durmuş bana kaportacıdan bahsediyorsun. Adam bunu duyar duymaz panikler ve bağırmaya başlar:
- Aman Allah’ım! Rolex''im de gitmiş.

Araplarda Kadına Nasıl İsim Konulur..?

Ahmet Durmaz benim Urfalı bir dostumdur, kendisi ile çeşitli konularda çok güzel sohbetlerimiz olur, Ankara'ya geldiği zaman ziyaretime gelir. Kendisine google derim çünkü yanıtlayamayacağı soru yoktur. Okuma konusunda da bir kitap kurdudur ve hayatı da kör olma dışında biraz Eric Hoffere benzer.
Ahmet Durmaz dostum diyor ki, sorun yalnız kadını örtmek veya açmak değil, sorun kimlik ve kişilik sorunudur, örtünme, peçe bunların yanında zurnanın son deliğidir. Bu ifadesini şu sözlerle delillendiriyor Araplarda kadınların adları yoktur.
Kadınlara ya numara, ya da tip ve fizyolojik görünümlerine göre bir takım sıfatlar verilir.

Örnekler:

Elif: Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda Arap rakamlarında bir rakamını ifade eder.
Saniye: Sani Arapça iki demektir doğan ikinci kıza Saniye adı verilir (eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse 'Sultan Mahmud-u Sani.. Yani İkinci Mahmut')
Tılte: Telat veya Türkçede selaseden türemedir. 3. demektir. Bu isim Anadoluda pek görülmez ama Harran’da Araplarda çok bulunur.

Raba: Arapçada dörttür. Rabia dördüncü demektir. Anadolu’da yaygın bir addır, geçmişte çile çekmiş bir İslam kadının adıdır.
Hamse: Arapça beş demektir Bu isim Harran yöresi Arapları dışında Anadoluda pek bulunmaz.
Sitte: Harranda yaygın bir isim olan Sitte Arapça altı demektir.
Sabe: Arapça yedi demektir, bu kelime çok değişiklik geçirmiş Sabiha olmuş, İbrahim Tatlıses Sabuha ifadesi ile kullanmıştır.

Sevgili Ahmet Durmaz sekiz ve dokuz rakamı ile ilgili isim var mıydı bilmiyor. Ama yediden sonra Arapların Yazi ismini koyduklarını söylüyor bu yeter anlamına geliyormuş.

Dostumun bilgilendirme mektubu şöyle devam ediyor;
Her zaman ilk doğan kıza Elif adı konmaz. Bazen de Ayşe adını koyarlar. Eve ilk gelen kıza evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için Ayşe adı konulur. Bazen aş pişirme beklendiği için Avvaş adı konulur.
Erken doğan prematüre kıza Hadice adı verilir. Hadice Arapçada erken doğmuş prematür kız anlamına gelir.
Çelimsiz ve ufak tefek doğan kızlara Fatma adı verilir. Fatma Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına gelir.
Koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen Semra adı verilir.
Biraz açık renkli ise aydınlık açık anlamına gelen Zehra adı verilir.
İyice beyaz ise Beyza adı verilir.

Bu bilgilerin ışığında hakikaten kadının Arabistan’da veya Araplarda kimlik ve kişilik sorunlarının örtünme, peçe ve çarşafa girmeden daha öncelikli olduğu düşünülebilir.


Anadolu’da kadın numaralandırılmaz ve sıfatla çağırılmaz.

Türklerde ve Anadolu’da kadın bir şahsiyettir, bir kimliğe sahiptir.
Hanım ağadır, hanım efendidir, kraliçedir, tanrıçadır.
Arap kültürünün ikinci plana ittiği numaralı veya sıfatlı bir nesne değildir.
Bu bilgilerin, Arap yaşamına ve tarzına özenen kadınlarımız tarafından da gözden geçirilmesini dilerim.
Türk gibi yaşamak, Anadolu kültürü ile yaşamak, kadın kişiliği ve onuru için önemli bir merhaledir.


kaynak: http://blog.haberturk.com/shy/yaziD.asp?kul_ID=48903&K_A=shy&yID=109055&kID=36&hT=1b

"Lavoisier'' nin Kellesi


Kimya biliminin dehası Lavoisier'in, asıl eğitimi hukuk idi ve Paris Barosu'' na kayıtlı bir avukattı.

Bilimsel gözlem ve yorum üzerine yaptığı konuşmaları ile ünü bütün dünyaya yayılmıştı.

Kimya bilimini reddeden yobazların kafasını gösterip
"Bu kelleler hiçbir işe
yaramaz" dediği için tutuklandı.

Aynı gün yargılanıp ölüme mahkum edildi.


Lavoisier, matematikçi Lagrange'ı çağırdı. "Kellem giyotinden sepete düştüğünde gözlerime bak;
Eğer iki kere kırpıyorsam bil ki, insan kafası kesildikten sonra beyninin bir süre daha düşünmekte olduğunu anlarız."



Lavoisier'in kafası kesildikten sonra sepete düştü ve gülerek iki kere göz kırptı..


Matematikçi Lagrange diyor ki, "Lavoisier'in son saniyedeki ispat arayışı, bilimselliğin yüzyıllar boyunca yanacak meşalesidir. Ama o yobaz kafalar ufunet üretmek için asırlarca karanlıkta sürüneceklerdir..."

http://tr.wikipedia.org/wiki/Lavoisier

Odaklanmak

PROBLEMLERE ODAKLANMAK ile ÇÖZÜMLERE ODAKLANMAK arasındaki fark:

Durum 1: NASA uzaya astronot gönderdiğinde tükenmez kalemlerin yer çekimi olmayan ortamda çalışmadığını fark etti (yerçekimi olmadığı için mürekkep kağıdın üzerine akmıyordu).
Çözüm 1:
Bu problemin çözümü NASA'ya ilave 12 milyon dolara mal oldu. Öyle bir tükenmez kalem ürettiler ki bu kalem yerçekimsiz ortamda, yukarı yönde, suyun altında ve sıfırın altında 300 C 'ye kadar olan sıcaklıklarda yazı yazmaya olanak sağlıyordu.
Çözüm 2: Peki Ruslar ne yaptı...?? Kurşun kalem kullandılar. )


Durum 2:
Japon yönetim sistemindeki en hatırda kalır çalışmalardan bir tanesi Japonya'daki en büyük kozmetik firmalarından birinde yaşanan boş sabun kutusu problemidir. Müşterilerden birisi firmaya, aldığı sabun kutusunun boş olduğu konusunda şikayette bulunmuştur. Yetkililer hemen, üretilip paketlenen sabun kutularını sevkiyat birimine gönderen hattı izole ettiler. Bu sırada bir şekilde bir sabun kutusunun hattan içi boş şekilde geçtiği tespit edildi. Yönetim, mühendislerine problemi çözmesi için talimat verdi..

Çözüm 1:
Mühendisler iki kişi tarafından kullanılan yüksek çözünürlükte bir X-ışını cihazı tasarlamak için ciddi uğraş verdiler. Bu sayede hattan geçen bütün sabun kutuları izlenebilecek ve boş olmadıklarından emin olunacaktı.
Çözüm 2:
Küçük bir şirketteki sıradan bir isçi aynı problemle karşılaştığında, X-ışını vb karmaşık şeylerle uğraşmadı, onun yerine farklı bir yol buldu. Güçlü endüstriyel bir elektrikli vantilatör alarak hatta doğru yöneltti. Vantilatörü açtığı anda dolu olan kutular hattan geçerken boş olanlar hattın dışına doğru savruldu.


Buradan çıkarılacak dersler


- Her zaman basit çözümler arayın
- Problemleri çözmek için mümkün olan en basit çözümü tasarlayın
- Her zaman çözüme odaklanın.

40 Yaş Öğütleri

82 yaşındaki Betûl Mardin’den Nalân Apa’ya 40 yaş öğütleri

1. Her sabah spor yapacaksın. Günaşırı filan değil evladım. Her sabah.

2. Hep çalışacaksın. Üreteceksin. Beynin meşgul olacak, hep koşturman gereken işler olacak.

3. Günceli takip edeceksin. Haber izle, dergi, kitap, gazete oku. Gündemi yakala. Her konuda kendini “update” et. Yeni çıkan kitapları da bil, yeni açılan lokantaları da, bu sene moda olan renkleri de.

4. Evlilik ise şart değil, kafanı takma. Gerekli de değil. Hatta şöyle söyleyeyim: One problem less! (Bir problem eksik!)

5. Çocuk meselesine gelince... Ha işte, burada akan sular duruyor. Yapabiliyorsan yap. Birini bu kadar çok sevmek, onun sorumluluğunu taşımak sadece onu değil, seni de mutlu eder. Doğurmayacaksan, evlat edin. O zaman da senin çocuğun değişen bir şey yok. Evlat edinmeyeceksen de, manevi çocuğun olsun, birini okut, geleceğini şekillendirmesine yardımcı ol.

6. Günde bir kere et ye. Mutlaka her öğün sebze ve meyve ye. Kusura bakma, ben tatlı severim. Tatlıdan uzak dur diyemeyeceğim!

7. Ölümden sonra yaşamak istiyorsan, günlük tut. O küçük notlar, hem kendi hayatının tanıklığı, hem de yarına kalan bir bilgi kaynağı. Mesele benim babam, hiç üşünmeden 60 sene boyunca her gün Ece Ajanda’sına o gün olanları yazmış. Hâlâ açıp okuyorum ve çok faydalanıyorum.

8. Olumlu olacaksın.

9. Bazı şeyleri kabul edeceksin: Bütün kadınların seni sevmesine imkân yok! Demek ki bazı kadınlara dikkat edeceksin.

10. Erkeklere gelince, aynı anda birkaçını sevmeyeceksin. Ama onların böyle bir yeteneği olduğunu bileceksin!!!

AYŞE ARMAN

Cibilliyet

Marcus Tullius Cicero




Acaba, Marcus Tullius Cicero (M.Ö.106-M.Ö.43), Romalı devlet adamı, hukukçu, düşünür, şu anda kimleri tarif ediyor? Mustafa Kemal Atatürk, Gençliğe Hitabında aynı konuya değinmişti. Ama sanırım anlamamışız.

29 Kasım 2009

Eski Türkler ve Çam Süsleme


İstediğiniz kadar anlatın, kalıplanmış kafalara bunu anlatmak kabil değil. ÇAM SÜSLEME GELENEĞİ Hıristiyanları n İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır. Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor. Bayramın adı NARDUGAN (nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş. Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş
ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş. Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş. Bu yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok. "Doğum, güneşin yeniden doğuşu"

Sümerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ

Değer, Anlayana Değerdir

Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin

seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip

iri bir nesne verip: "Oğlum" der, "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç

para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan

sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.

Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar.

İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar .

Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir;

sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der.

İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği

neneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.

Üçüncü defa bir semerciye gidir: Semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu der

"benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna

bir on lira veririm."

En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce

yerinden fırlar. "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden

buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira

istiyorsun?" Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm."

Öğrenci, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar;

"Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim."

Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini

istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.

Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi

karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki

nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer

tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler..

Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından

geçen macerasını anlatır.

Bilge sorar: "Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?"

Öğrenci: "Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum,

kafam karmakarışık" diye cevap verir.

Bilge hoca cevap verir:

"Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini

bilen anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir."

Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden

kuyumcular mutlaka vardır.

Mesele kuyumcuyu bulmaktadır...

09 Kasım 2009

12 Yaşındaki Mendilci Ahmet’ten Hayat Dersi !


Dün 15 milyon öğrenci ders başı yaptı...
Bilecikli Ahmet ise, Mecidiyeköy’deki Profilo trafik ışıklarında elindeki kağıt mendilleri satmak için yeşil ışığın yanmasını bekleyen araçların camlarını tıklatıyordu.
“Sen okula gitmiyor musun” dedim, gerisi geldi:
- İki sene önce dördüncü sınıfı bitirdim ve bıraktım.
- Neden?
- Babam hapse girdi...
- Ne yaptı ki?
- İnce iş... Şimdi anlatamam...
- Annen neden çalışmıyor peki?
- O da çalışıyor, aha orda... (Eliyle 10-15 metre uzakta kucağında bir bebekle dilenen kadını gösteriyor.)
- Oooo, iyisiniz... Bu ışıklar sizin kontrolünüzde yani...
- Kız kardeşim de cam siliyor...
- Vay, vay, vay... İyi para götürüyorsunuzdur...
- Üçümüz günde 200-250 liradan aşağı toplamıyoruz...
- Ayda 6 milyar eder...
- Geçiyor... Ama pazar günleri çalışmıyoruz... Çünkü pazarları bu ışıklar tıkanmıyor. İş olmuyor. Ben de balık tutup satıyorum. Sana da getireyim mi?
- Boş ver balığı, o kadar parayı ne yapıyorsunuz?
- Birazını babama gönderiyoruz, birazını yiyoruz, yarısını da biriktiriyoruz.
- Biriktirince ne yapacaksın, dükkân mı açacaksın kendine?
- Manyak mıyım be abi, ne dükkânı... Araba alacağız. Babam hapse girmeden önce korsan (kaçak taksicilik) yapıyordu, büyüyünce ben de aynı işi yapacağım.
- Ev almayacak mısınız?
- Evimiz var, belediye verdi. Kâğıthane’de...
Bu sırada ışık yeşile dönüyor ve arkamdaki araçların sürücüleri kornalarına abanmaya başlıyor... Ama muhabbet tatlı, Ahmet’le biraz daha konuşmak için arabayı iyice kenara çekiyorum.
- Okulu tamamen bıraktın yani...
- Okusam ne olacak ki? Benim öğretmen yirmi yıl okumuş, bin lira kazanıyor. Yaşanır mı o parayla? Hem ben her gün internete giriyorum, o yeter.
- Bilgisayarın da mı var?
- Niye olmasın ki?
- Peki; arkadaşların okula giderken hiç mi üzülmüyorsun?
- Önce üzülüyordum, ama artık sigara paralarını bile ben veriyorum. En zenginleri benim şimdi.
Ahmet işin kolayını bulmuş, yolunu çizmiş; ne söylesem nafile... Vedalaşıp gitmek için hamle ediyorum, suratı asılıyor:
- O kadar çene çaldık, bir beşlik bile atmayacak mısın?
Dün 15 milyon öğrenci ders başı yaptı...
Şanslı olanlar üniversiteyi kazanıp, öğretmen, doktor, mühendis olacak ve Ahmet’in dediği gibi ayda bin liraya talim edecek. Çoğu da işsizler kervanına katılacak.
Ahmet ise o zamana kadar çoktan altına arabasını çekip, korsana başlamış olacak.
Belki de işleri iyice yoluna girecek ve “filo” kuracak...
Çoğumuz sokakta gördüğümüz o çocuklara acıyoruz ya...
Bence asıl kendi çocuklarımızın geleceği için kaygılanmalıyız!

Mustafa Mutlu : mmutlu@gazetevatan.com 25.09.2009

Hepsi de hali vakti yerinde çocuklar!

Muhsin Tufan'ın haberi

Isparta Valiliği, sokakta mendil satan ya da otomobil camı silen çocukların niçin çalışmak zorunda kaldıklarına yönelik bir araştırma başlattı. Amaç, bu çocukları sokaklardan kurtarıp, okula göndermek ve onları topluma kazandırmaktı. Ancak araştırmanın sonuçları hiç de beklendiği gibi olmadı.

'HİÇ HABERİMİZ YOKTU'
Vali Yardımcısı Atila Durmuş'un verdiği bilgilere göre; sokakta çalışan 20 çocuk tespit edildi ve bu çocukların ailelerine ulaşıldı. Aileler Güneydoğu'dan göç etmiş ve Isparta'da inşaat işleriyle uğraşmaya başlamıştı. Üstelik hepsi de hali vakti yerinde insanlardı. Bu sonucu şaşkınlıkla karşılayan Durmuş, "Çocukların suça teşvik edilmemesi amacıyla bir çalışma başlattık. İnsanların duygularından faydalanarak mendil satan veya tartıcılık yapan çocukların ailelerini araştırdık. Hepsinin ekonomik durumlarının gayet iyi olduğunu tespit ettik'' dedi.
Çalışma kapsamında ailelere, çocuklarını çalıştırmamaları gerektiği konusunda uyarıda bulunduklarını belirten Atila Durmuş, "Onlara 'Çocuklarınızı neden çalıştırıyorsunuz?' diye sorduğumuzda 'Haberimiz yok' yanıtını aldık" diye konuştu.

62 TL CEZASI VAR
Çocukların çalıştırılmasının Kabahatler Kanunu'na göre suç teşkil ettiğine işaret eden Vali Yardımcısı Atila Durmuş, çocuklarını sokakta çalıştırdığı tespit edilen ailelere 62 TL ceza kesildiğini bildirdi. Durmuş, sokakta çalışan çocukların herhangi bir suça karışmamaları için Emniyet Müdürlüğü, Belediye Başkanlığı ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü işbirliğinde bir komisyon oluşturduklarını da söyledi. Komisyonun, sokakta çalışan çocukların sosyal aktivitelerden faydalanmaları, toplumla iç içe olmaları ve eğitimlerine devam etmeleri yönünde faaliyette bulunduğunu belirten Durmuş, "Amacımız suç işlenmeden önce çocukları koruma altına almak ve bilinçli birer birey olarak yetişmelerini sağlamak. Bu yaz tespit ettiğimiz çocuklarımıza yönelik farklı sportif etkinlikler düzenledik. Hem mutlu oldular hem de eğitimlerinin onlar için ne kadar önemli olduğunu öğrendiler'' dedi.
(Sabah)

07 Kasım 2009

Gözlem ve Muhakeme



Amerika’da ünlü bir avukatın kaybettiği tek dava....

Ünlü bir futbolcu karısını öldürmekle suçlanıyordu. Futbolcu yakalanmıştı. Ama karısının cesedi ortada yoktu. Duruşma Amerikan filmlerindeki gibiydi. Futbolcu sanık sandalyesinde oturuyordu. Kucak dolusu parayla tuttuğu avukatı jüriyi ikna etmeye uğraşıyordu:
"Sayın jüri üyeleri, müvekkilimin suçsuz olduğuna yürekten inanıyorum. Buna az sonra sizler de inanacaksınız. Neden mi? Bakın, şimdi 1' den 10' a kadar sayacağım ve müvekkilimin öldürdüğü iddia edilen karisi bu kapıdan içeri girecek... 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10..."
Bütün jüri kapıya döndü. Kimse girmedi içeri. Avukat bir savunma dahisiydi, öldürücü hamlesini yaptı :
"Bakın, siz de kadının öldüğüne inanmıyorsunuz. Çünkü hepiniz içeri girecek diye kapıya baktınız. İşte kararı buna göre vermenizi talep ediyorum."
Ancak jüri ünlü futbolcuyu suçlu bulduğunu bildirdi ve dava bu şekilde sonuçlandı. Mahkeme çıkışında avukat, bayan jüri başkanına yaklaştı :
"10' a kadar saydığımda siz de diğer üyeler gibi kapıya bakmıştınız. Neden böyle bir karara imza attınız?"
"Doğru" dedi jüri başkanı; "Ben de kapıya baktım, ama müvekkiliniz kapıya bakmıyordu!.."

Bakış açınızı ne kadar geniş tutarsanız, doğruya ulaşmanız o kadar hızlı olur.
En iyi analist herkes bir noktaya bakarken, o noktaya yönelen bakışları izleyen kişidir...

Alıntı; Ferit FIRAT. Teşekkürler...

01 Ekim 2009

Mutlu Bir Hayat İçin El Kitabı

SAĞLIK:

1. Çok su için.
2. Kahvaltıyı kral, öğle yemeğini prens ve akşam yemeğini de dilenci gibi yiyin.

3. Ağaçlarda ve bitkilerde yetişen yiyecekleri daha çok ve fabrikalarda üretilen yiyecekleri daha az yiyin.
4. 3 E ile yaşayın -- Energy, Enthusiasm, and Empathy (enerji, heyecan ve duygu paylaşımı).
5. Meditasyon, yoga ve dua yapacak zaman yaratın.
6. Daha çok oyun oynayın.
7. 2008'de okuduğunuzdan daha fazla kitap okuyun .
8. Her gün en az 10 dakika sessiz olarak oturun.
9. 7 saat uyuyun.
10. Her gün 10-30 dakika yürüyüş yapın. Ve yürürken gülümseyin.

KİŞİLİK:

11. Hayatınızı başkalarınki ile karşılaştırmayın. Onların seyahatinin ne hakkında olduğuna dair hiçbir fikrin yok.
12. Kontrol edemeyeceğiniz olumsuz düşüncelere veya şeylere sahip olmayın. Bunun yerine enerjinizi olumlu şekilde şu an için harcayın.
13. Kendinizi fazla abartmayın; sınırlarınızı bilin.
14. Kendinizi çok da ciddiye almayın; kimse yapmıyor.
15. Kıymetli enerjini gevezelikle, dedikoduyla boşa harcama.
16. Uyanık iken daha fazla hayal kurun.
17. Kıskançlık, çekememezlik zamanın boşa harcanmasıdır. İhtiyacınız olan her şeye zaten sahipsiniz.

18. Geçmiş meseleleri unutun. Partnerinizin geçmiş hatalarını hatırlatmayın. Bu durum mevcut mutluluğunuzu bozar.
19. Hayat, birisine kin duyarak zamanı boşa harcamak için çok kısadır. Kimseden nefret etmeyin.
20. Geçmişinizle barış yapın ki, şimdiki zamanı bozmasın.
21. Senden başka hiç kimse senin mutluluğundan sorumlu değildir.

22. Hayatın bir okul olduğunu ve öğrenmek için burada olduğumuzu unutmayın.

Problemler, cebir dersi gibi gelip giden, ancak aldığımız derslerin bir ömür boyu devam ettiği eğitim programının bir parçasıdır.
23. Daha fazla gülümseyin ve gülün.
24. Her tartışmayı kazanmak durumunda değilsiniz. Aynı fikirde olmamak için anlaşın.

SOSYAL YAŞANTI:

25. Ailenizi sık arayın.
26. Her gün diğerlerine iyi bir şey verin.
27. Herkesi her şey için affedin.
28. 70 yaşından büyük ve 6 yaşından küçük kimselerle vakit geçirin.

29. Her gün en az 3 kişiye gülümseyin ve tanımadığınız en az 1 kişiye "GÜNAYDIN" deyin.
30. Başkalarının senin hakkında ne düşündüğü seni ilgilendirmez.
31. Hasta olduğun zaman işin sana bakmamalı. Arkadaşların bakmalı. Onlarla temasta olun.

HAYAT:

32. Doğru şeyi yapın!
33. Faydalı, güzel veya neşe dolu olmayan her şeyden uzak durun.

34. TANRI her şeyi iyileştirir.
35. Bir durum iyi veya kötü olsun, nasılsa değişecektir.
36. Nasıl hissettiğinizin önemi yok, haydi kalkın, giyinin ve ortaya çıkın.

37. En iyisine henüz sıra gelmedi.
38. Sabah canlı olarak uyandığınız zaman, bunun için TANRI' ya şükredin.
39. Maneviyatınız daima mutludur. Öyleyse mutlu olun.

SONUNCU ÇOK ÖNEMLİ:


40. Lütfen bu önerileri önemli saydığınızı herkese bildirin. Bilgilendirin. Paylaşın.


MAYIN

Denk gelirseniz bas' Mayın...

Sat' Mayın

Sattır' Mayın.

Sus' Mayın...

İş işten geçtikten sonra da ağla' Mayın.
***

Savunma Bakanı diyor ki :
"Kıbrıs büyüklüğünde arazi deniyor, abartıyorlar"

Siz Bakan' a bak' Mayın....

Sakın ola da kan' Mayın.

Keriz yerine kon' Mayın.
***

Evet, Kıbrıs büyüklüğünde değil.

Ama, İstanbullular kıyaslasın :

Üsküdar, Kadıköy, Kartal ve Maltepe' nin

Yüzölçümünü topla....

Dördünü birden.

O büyüklükte.

***
Uyu' Mayın.

Ankara' lılar, unut' Mayın...

Keçiören' den büyük.!

***

İzmir' liler, aldan' Mayın...

Karşıyaka' nın üç misli.

Konak artı Buca kadar.

***
Komple Türkiye' nin 4500' de 1' i kadar bu arazi....

300 milyon dolar verecek,
Mayınları temizleyecek,
Sonra bu araziyi 49 yıllığına tepe tepe kullanacak.

***
O halde şunu diyebiliriz :

Komple Türkiye topraklarının
49 yıllık fiyatı ne eder ?

1.3 Trilyon dolar.....

Yıllık kirası kaça geliyor ?

27 Milyar dolar.

***

Hiç kafa yor' Mayın....
Bastırsın biri 27 Milyar doları....

Bitsin bu aşkın ıstırabı...

Adamın asabını boz' Mayın.....

Yılmaz ÖZDİL

Önyargı

Üniversitede bir öğretim görevlisi, öğrencilerine, yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretirken, onlara, yatağa mahkûm birisine ait izlenimlerini de aktarır: "Ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Sadece adı söylendiğinde tepki veriyor. Son 6 aydır yanındayım fakat görünüşü için hiçbir çaba sarf etmiyor; bakım yaparken de yardımcı olmuyor. Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor. Dişleri yok; yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Gömleği salyalarından dolayı sürekli leke içinde. Yürümüyor, uykusu düzensiz; gece yarısı uyanıp, çığlıklarla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu; gülüyor. Fakat bazen hiçbir sebeb yokken sinirleniyor; biri onu yatıştırana kadar feryat figan bağırıyor."
Bu konuşmayı yaptıktan sonra, öğretim görevlisi, öğrencilere böyle birinin bakımını üstlenip üstlenmeyeceklerini sordu. Hepsi, bu şekilde bir sorumluluk altına giremeyeceklerini anlattılar. Öğretim görevlisi "Oysa ben bunu büyük bir zevkle yapıyorum" dedi. Öğrenciler şaşırdı. Daha sonra, bahsedilen "huysuz hastanın", fotoğrafı elden ele dolaşmaya başladı. Meğer öğretim görevlisi 6 aylık kızından söz ediyormuş. Bunu yapmasının sebebi de, peşin hükümlerin insan düşüncesini nasıl yönlendirdiğini göstermekmiş.
Hayatta yaşadığımız birçok şey, bize, önyargılarımız ve bakış açılarımız yüzünden dayanılmaz, katlanılamaz gibi gözükebilir. “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur…” (Albert Einstein) ama elimizden geleni yapalım ve peşin hükümlerin esiri olmayalım.

30 Eylül 2009

SARI ÖKÜZ

Ormanın birinde... Aslanlar toplanmış.

"Yahu" demişler, "Hesapta kralız, açlıktan öleceğiz birader...

Maymuna saldırsak, ağaca kaçıyor; fillere saldırsak, fazla büyük...

Ceylanlar hızlı, yetişemiyoruz; kuşa dalsak, uçuyor, ee balık yakalayacak halimiz de yok... N'aapsak?"

Bir tanesi "En iyisi, ÖKÜZLERE SALDIRALIM" demiş,

"İri yarı görünüyorlar ama ne pençeleri var, ne dişleri diş... Tam dişimize göre!"

Olur mu? Olur. Hücuuum!

Ama evdeki hesap çarşıya uymamış;

Öküz, öyle yabana atılacak hayvan değilmiş meğer...

Organize oluyorlar, topluca savunma yapıyorlar, püskürtüyorlarmış.

Aslanlar aç bilaç. N'aapsak, n'aapsak?

"Tilkiye danışalım" demişler.

Tilki "kolay" demiş,

"Beni, öküzlerin yaşadığı zengin otlakların prensi yapın,

işinizi halledeyim.. ." Kabul etmişler.

Tilki, elinde beyaz bayrakla öküzlere gitmiş,

"Saygıdeğer öküzler" demiş,

"Aslında aslanlar uysaldır, sizi de çok seviyorlar.. . Ama

Şu aranızdaki SARI ÖKÜZ var ya, sarı öküz, İŞTE SORUN O...

Görünce tahrik oluyorlar, canları çekiyor, VERİN ŞU SARI ÖKÜZÜ,

KURTULUN KARDEŞİM, HUZUR İÇİNDE YAŞAYIN!"

Öküz heyeti düşünmüş taşınmış,

"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın"

mantığıyla, verivermişler sarı öküzü...

Aslanlar da afiyetle yemiş.

Bir gün, iki gün...Tilki gene gelmiş.

"Bakın gördüğünüz gibi, saldırılar kesildi, mutlu mutlu yaşıyorsunuz" demiş ve

eklemiş: "Ama şu BENEKLİ ÖKÜZ var ya, benekli öküz, o burada olduğu sürece size rahat yüzü yok arkadaş, canları çekiyor, VERİN, KURTULUN!"

Öküz heyeti düşünmüş,

"OTLAĞIN SELAMETİ İÇİN" teslim etmiş benekli öküzü.

Üç gün, dört gün... Tilki gene gelmiş.

KUYRUĞU UZUN OLANI...

BURNU BEYAZ OLANI...

TOMBUL OLANI... Tek tek alıp, gitmiş.

Otlak seyrelmiş. Aslanlar semirmiş.

Bir gün... Tilki gelmemiş! Gerek kalmamış çünkü.

Direkt Aslan gelmiş.

"Hanginizi istiyorsam, canım hanginizi çekiyorsa,

onu vereceksiniz, adamı hasta etmeyin" demiş.

Otların arasında tir tir titreyen, tek tük kalmış öküzler,

"KEŞKE SARI ÖKÜZÜ VERMESEYDİK" demiş ama İŞ İŞTEN GEÇMİŞ.

İşte ÖKÜZLÜK böyle bir şeydir.

Dünyaca ünlü Alman şair ve tiyatro yazarı Bertolt Brecht bir şiirinde aynen şunları yazmış:

Naziler önce komünistleri tutukladılar;

Komünist değilim diye ses çıkarmadım.

Sonra yahudileri tutukladılar,

Yahudi değilim dedim, sesimi çıkarmadım.

Sosyal demokratları tutukladılar,

Savunmak bana mı kaldı dedim, sesimi çıkarmadım.

Sıra bana geldiğinde

Etrafta tutuklanmama ses çıkaracak kimse kalmamıştı!

***

Umarım sıra size gelmez!

26 Eylül 2009

Victor Jara


Victor Jara,

Víctor Lidio Jara Martínez. Şilili yiğit ozan…
Kanla sulanmış “stadyum”da korkuyu yenenler…
Ve boş kaleye gol atarken korkuya yenilenler! …
1974 yılında Dünya Şampiyonası elemelerinde Şili ile SSCB baraj maçlarında eşleştiler. İlk maçın golsüz sona ermesi üzerine hangi ülkenin milli takımının finale kalacağının belirlenmesi 21 Kasım’da gerçekleşecek rövanş maçına kaldı. Rövanş maçı Şili’de yapılacaktı. Şili’de 11 Eylül’de gerçekleştirdikleri kanlı darbenin ardından iktidar koltuğuna oturmuş askerlerin de dayatmasıyla Şili Futbol Federasyonu, rövanş maçının Ulusal Stadyum’da oynanması için FİFA’ya başvuruda bulundu. FİFA başvuruyu kabul etti. Böylece daha kan lekelerinden yeni temizlenen Ulusal Stadyum kullanıma açılmış olacaktı. O stadyumda nice yiğit devrimciler, ozanlar, anneler, çocuklar can vermemiş gibi, sahada top koşturulacaktı. Bunun üzerine Sovyetler Futbol Birliği FİFA’dan maçın başka bir ülkede oynanması talebinde bulundu. Şili halkının kanıyla sulanmış bir stadyumda maç yapmalarının insani ölçülere sığmayacağını belirttiler. FİFA’nın Sovyetler Birliği’ne yanıtı ise oldukça hızlı oldu. FİFA Sovyet milli takımını bir tercih yapmaya çağırıyordu. Ya binlerce insanın katledildiği o sahaya çıkacak ve top oynayacaklardı, ya da kupadan ihraç edilmeyi göze alacaklardı. Sovyetler Futbol Birliği bunun üzerine FİFA’yı protesto eden ve Şilili yoldaşlarının anısına saygısızlık yapmayacaklarını bildiren bir açıklama yaparak şampiyonadan çekildi. 21 Kasım günü maç saati geldiğinde sahada sadece 11 kişi, Şili milli takımı vardı. Bir kısmı yürekleri kanayarak da olsa adım atmışlardı o sahaya. Her birinin ailesinden ya da çevresinden en az bir kişinin kanı vardı Ulusal Stadyum’da… Bir kısmı adım attığı anda gözyaşlarına boğuldu. Yanlış olduğunu yürekten bilmelerine rağmen Pinochet’in kılıcının saldığı korku ile rakipsiz kaldıkları boş sahada topa koşarlarken, ayaklarının altında kanla beslenmiş sahanın çimleri değil, onurları eziliyordu. Oysa o stadyumda daha bir yıl önce nice katliamlar yaşanmış, nice yiğitlik destanları yazılmıştı…
*** Şili Stadyumu, Eylül 1973 … Şili’de ABD destekli faşist darbe gerçekleştikten sonra sokaklardan, evlerden, işyerlerinden, üniversitelerden toplanan insanlar daha önceleri mitingler, konserler ve futbol maçları için geldikleri stadyumda bu kez zorla sahaya sokuldular. Zorla, ite kaka, elleri-gözleri bağlanarak… Tedirgin olmakla beraber daha çok öfkeliydiler. Geçen her dakika bir kurşun sesi ile beraber bir Şilili çimlere kapanıyor, her dakika yürekler saat gibi atıyor, uğultu artıyordu. Stadyumda sorumlu olarak Pinoche’nin sağ kolu olan Albay Mario Manriquez Bravo bulunuyordu. Bravo, her türlü yetki ile donatılmış, sınırsız kurşun saçma, dilediği işkenceyi yapma hakkına sahipti. Binlerce insanı stadyumda toplayan Bravo, vakit kaybetmeksizin yetkisini kullanmanın peşindeydi. Zira o Pinoche’nin sağ kolu olmasının yanı sıra darbeci zihniyetin sadık bir köpeği, kraldan çok kralcı bir dalkavuktu. Ancak Bravo için işler yolunda gitmedi. Elindeki silaha güvenen Bravo karşısında en ufak bir direniş kıpırtısı olamayacağına derin bir güven duyuyordu. Ancak gözden kaçırdığı nokta stadyumdaki devrimcilerin de silahlı olduğuydu. Silahları yürekleri, elleri, gitarları olsa da… Psikolojik savaş taktiklerinde sözde usta olan eğitimli katil, duyduğu rezil özgüven yüzünden hazırlıksız yakalanmıştı. Stadyumun sessizliğini yırtan bir ses duyuldu… Ses Bravo’yla dalga geçiyordu adeta. Yumuşak, kadife gibi ama bütün stadyumu dolduran bu ses “Biz kazanacağız!” diye haykırıyordu. Bravo gerildi, kızardı, sesin geldiği yere doğru yöneldi. Ancak sesin yönü karıştı. Çünkü bir anda stadyumda toplanmış yürekler bütün güçleri ile hatta Victor Jara’nın o güzelim sesini de bastırarak haykırmaya başladılar… “Biz kazanacağız!” Victor Jara, stadyum da sessizliği yırtan bir fırtınanın kendisi oldu… Cellat elbette böyle bir yenilginin altında kalmak istemedi. Askerler, küçük dağları kendisinin yarattığını sanan Bravo da dahil, Victor Jara’nın etrafını sardılar. Victor Jara şarkısına devam ediyordu, sanki onlar orada yokmuş gibi, sanki bir katliamın ortasında değil de bir özgürlük mitingindeymiş gibi… Askerler saldırdılar. Jara’yı öldüresiye dövdüler. Jara olacakların bilincinde olan her devrimcinin alacağı tutumu aldı. Susmadı. Var gücüyle şarkısını söylemeye devam etti. Askerler Victor Jara’nın silahının gitarı olduğunu düşünerek ellerini kırdılar. Bir daha gitara dokunamayacak hale getirdiler, yıllarca gitarın tellerine basa basa parmak uçları nasırlaşmış ellerini… Victor Jara susmadı. Katiller sürüsü anlamıyordu, onların kitabında direnmek yoktu. Ellerini kestiler… Dilini kestiler sonra. Ardından kafasını bir dipçikle ezdiler. Victor Jara ise dünya üzerinde ne kadar darbeci varsa, ne kadar aşağılık katil, sürüngen asalak kapitalist varsa onları korkutan bayıltacak bir şey yaptı; susmadı… Sesi 400 bin kişi ile birleşmiş, tam o sıralarda İtalya’daydı. Inti Illimani yürekten bağlı olduğu Şili halkı için var gücüyle “El pueblo unido jamas sera vencido” (Birleşmiş halk asla yenilmeyecek!) diye haykırıyordu… Jara susmadı… Dünyanın dört bir yanında insanlar Jara için gözyaşı dökerken, “Venceremos” (Zafer kazanacağız) diye sesleniyordu. Pravda muhabiri yiğit Jara’yı ve ödlek katiller sürüsünü şu sözlerle anlatıyordu: “Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı refakatçisiyle, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor’un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar.” Binlerin tanıklığı önünde Ulusal Stadyum’da katledilen Jara’nın dilsiz cesedi daha sonra bir çöp kutusunda bulundu. Jara gibi katledilen yüzlerce insan ise uçaklardan atılarak şehre yağdırılmıştı. Binlerin katledildiği Şili faşist askeri darbesinin sonucunda Pinoche iktidara kuruldu. Ancak ABD kuklasının bütün çabalarına rağmen Şili’de katledilen binler ölümsüzleşti. Allende’nin son nefesini verene dek elinden düşmeyen silahı ile, Jara’nın zaferi müjdeleyen sesiyle, darbecilere karşı sokak aralarında sürdürülmeye çalışılan direnişle, katledileceğini bile bile af dilemeyen yüzler ile, Şili’nin her bir toprak parçası ve özellikle Ulusal Stadyum mezbahası direnişin, özgürlük mücadelesinin ve inancın simgesi oldu…

Victor Jara'nın yaşamı, parçaları ile güçlü bir şekilde insanlara seslenen entelektüel bir şarkıcıyı işaret etmiştir. Bu yüzden şarkıları gücünün sertifikası haline gelmiştir.

Eylül 2003 tarihinde öldürülmesinin 30. yıldönümünde öldürüldüğü Estadio Chile stadyumunun ismi Estadio Víctor Jara olarak değiştirilmiştir.

9 Aralık 2004'de ölümünden 31 yıl sonra yargıç Juan Carlos Urrutia emekli subay Mario Manríquez Bravo hakkında dava açar. Bravo, Jara öldürüldüğü sırada Estadio Chile 'de en üst rütbedeki subay olup staduyumun kumandası onun sorumluluğunda olduğundan ölümlerden de o sorumlu tutulmaktadır.



25 Eylül 2009

Bir Kadını Ağlatmak


Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya… En az erkekler kadar yani! Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış deme...ktir. Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak ki ağlatan, gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe! İşte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının. Yutkunamaz, nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır. Gözleri buğulanır kadının sonra. Ağlamayacağım, der içinden. Ama engel olamaz işte. Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplamaktadır.. Bu acıya ne kadar karşı koyabilir ki bir kadın. İnce ince süzülür yaşlar gözünden; önce birkaç damla, sonra bir yağmur seli… Ve kadın ağlar; hem de çok! Sanmayın ki gidene ağlar kadın! Gidenin giderken koparttığı yerdir onu ağlatan, orada bıraktığı yaradır. O yaranın hiç kapanmayacağını, kapansa bile izinin kalacağını bilir kadın; o yüzden ağlar. Ama bilir misiniz, ağlamak kadınları olgunlaştırır. Her damla, daha çok kadın yapar kadınları. Her damla bir derstir çünkü. Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan, ağlama niye ağlıyorsun ki, değmez onun için derler. Bilmediklerindendir böyle demeleri. Çünkü yürekleri acıyan kadınlar ağlamazlarsa, ölürler. İçlerindeki zehirdir onları öldüren! Ağlayarak o zehirden kurtulur kadınlar, o irini temizlerler yaralarındaki! Çünkü bilirler, o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları. Dönüşmemesi lazımdır oysa. O yüzden de bolca ağlarlar. Zaman geçer sonra. Kadınlar kendilerine sarılmayı öğrenirler. Umarım öğrenirler, yoksa ruhlar sapkın yollara çarpar kendini. Sapan ruhların doğru yolu bulması da yeni acılar demektir. Bunu bilir kadınlar, o yüzden eninde sonunda öğrenirler kendilerine sarılmayı… Çok ağlayan kadınlar, bir çok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında. Her damla olgunlaştırır kadınları evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları aşk gerçeği onların gözünde küçülür. Küçüldükçe değerini yitirir ve işte o zaman kendilerine sarılıp, yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden. Güçlü, yenilmez, mağrur ve aşka inanmayan… İnsanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye; hepsi kariyer derdinde olan. Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar. Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki, o kadar çok ağladılar ki! Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar, o yüzden kendilerine sarılıyorlar. Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların. E.. o zaman niye sarılsınlar ki! Niye sarılalım ki! Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur. Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır. Bilin ki, artık aşkın olmadığına inanmıştır. Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır. O da kim, ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar, eninde sonunda kendilerine sarılırlar çünkü!
Aziz NESİN

24 Eylül 2009

Aşk Neymiş



Sesini duyduğunuz anda avuçlarınız terlemeye kalbiniz deli gibi çarpmaya başlıyorsa...
Bu aşk değil HOŞLANMAK'tır
-
Ellerinizi ondan çekemiyor sürekli dokunmak sarılmak istiyorsanız..
Bu aşk değil ARZULAMAK'tır
-
Yanınızda bir tek o olduğu için onu istiyorsanız....
Bu aşk değil YALNIZLIK'tır
-
Herkes onunla olmanızı beklediği için onunlaysanız...
Bu aşk değil SADAKAT tir
-
Size sıcak, yakın davrandığı için onunlaysanız...
Bu aşk değil KENDİNE GÜVENSİZLİK'tir
-
Üzülmesini istemediğiniz için onunlaysanız...
Bu aşk değil ACIMAK'tır
-
Ona değer verdiğiniz için hatalarını hoş görüyorsanız..
Bu aşk değil ARKADAŞLIK'tır
-
Bütün gün ondan başka hiçbir şey düşünmediğinizi söylüyorsanız..
Bu aşk değil KOCA BİR YALAN'dır
-
Onun iyiliği için kendinizden çok Şey feda edebiliyorsanız...
Bu aşk değil YARDIMSEVERLİK'tir
-
O üzgünken sizin de kalbiniz acıyorsa...
İşte bu AŞK'tır
-
Tarif edemediğiniz bir çekim yüzünden ondan bir türlü kopamadığınızı düşünüyorsanız..
İşte bu AŞK'tır
-
O herkese güçlü görünmesine rağmen içindeki zayıflığı hissedebiliyorsanız..
İşte bu AŞK'tır
-
Başkalarını da çekici bulmanıza rağmen hiç pişmanlık duymadan onunla kalmaya devam edebiliyorsanız..
İşte bu AŞK'tır
-
Bu yazıyı, aşkı başka şeylerle karıştırmasını istemediğiniz bütün arkadaşlarınıza iletmeniz dileğiyle............
-
Bir ara gönderirim mi diyorsunuz
İşte bu BAHANEDİR....
------------------------------------------------------
Bu metni hemen paylaşıyor musunuz
İŞTE BU İLETİŞİMDİR VE ŞAHANEDİR......... :)

19 Ağustos 2009

Dale Carnegie'den

Bir iş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş adamının kulağına fısıldar; 'Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi...' Berber çocuğa seslenir: 'Hey çocuk, buraya gel! '. Bunun üzerine çocuk sakince dükkana girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, 'bak şimdi' diye fısıldar ve bir elinde beş yüz bin, diğer elinde beş milyonluk bir banknot olduğu halde çocuğa sorar: 'Hangisini istiyorsan alabilirsin? ' Çocuk dalgın dalgın bir beş yüz bine bir de beş milyona bakar ve sonunda beşyüz binlik banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır. Berber işadamına döner ve gülerek: 'Gördün mü? Sana söylemiştim.' der.Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan aptal çocuğu görür. Yanına giderek, neden beş milyonluk değil de, beş yüz binlik banknotu aldığını sorar.Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir:
- Eğer beş milyonluğu alırsam oyun biter! '

Allah'ın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken... Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle yargılama hakkına sahip olabiliyoruz!
Dale Carnegie

18 Ağustos 2009

Aşk, Kadını Kurşuna Dizdirir!


Aşk, insanın dengesini bozan ve biraz da sersemleten bir durumdur. Aşık kadın her şeyi göze alır, ölümü bile….

15 Ekim 1917’de Paris Vincennes Kalesi’nde bir kadın kurşuna dizilir. Ertesi gün gazete manşetlerinde “Casus Mata Hari, itiraf ettiği suçların bedeli ödedi” diye yazacaktır. Gerçek adı Margaretha Gertruda olan, Hollanda’lı efsane kadın, genç yaşında kötü bir evlilik yapar. 27 yaşına geldiğinde eşinden ayrılıp, hayatına yeni bir yön vermek için harekete geçer. O zaman 5 yaşında olan kızını terk ederek, onu bekleyen kadere doğru gitmek için demir alır.

Güzelliğine olan güveni ve hırsı ile Paris’te ün yapmaya kararlıdır. Dans etmeye başlar. Kıvrak ve şehvet dolu dansı ile kısa zamanda dikkat çeker. Önemli gösterilerde dansözlük yapma teklifleri almaya başlar, para ve şöhret yıldırım gibi yaşamının ortasına düşmüştür. Kendine, Mali dilinde şafağın gözbebeği, günün gözü, kısaca güneş anlamına gelen Mata Hari takma ismini seçer. Kazandığı kadar harcayan bu kadının namı, tüm dünya üzerinde duyulmaya başlanmıştır. İstanbul’da dahil olmak üzere, pek çok ülkenin başkentinde dans gösterileri yapar. Avrupa’nın her yerinde, başta ordu mensupları olmak üzere, diplomat, siyasetçi, banker gibi bir çok sevgili edinir.

1913 yılında Monte Carlo’da gerçekleşen bir gösterisi başarısızlıkla sonuçlanınca, sözleşmesi feshedilir. İşte bu olay, efsanenin çöküşünü başlatan ilk olaydır. Sonraki bir yıl boyunca Hollanda ve Paris’e giderek, şansını döndürmek istese de başarılı olamaz. Son olarak Almanya’ya gider ve burada kendisine bir iş ayarlar. Gösteriler başlamak üzereyken, 3 Ağustos 1914’te savaş ilan edilir ve böylece Mata Hari, sanat hayatına veda etmek zorunda kalır. Bundan sonra Hollanda ve Paris’e gitmek için girişimlerde bulunur. Fransa’ya gitmek için pasaport başvurusunun sonucunu beklediği günlerden birinde, kapısı çalınır. Gelen Amsterdam Konsolosu Bay Kremmer’dir. Fransa’ya gittiğinde kendilerine bilgi toplamayı kabul ederse, karşılığında 20.000 Frank kazanabileceğini anlatır.

Teklifi kabul eden Mata Hari, önce Alman istihbaratı tarafından eğitime alınır ve staj dönemi geçirir. Ardından Paris’e gider ve elindeki parayı harcayarak yaşamaya başlar. Birkaç hafta sonra kendinden 10 yaş küçük bir Rus subayına aşık olur. Bu yakışıklının adı, Vadim de Masslov’dur. Gözünde yaralanmış ve dinlenmekte olan bu askeri, birliğine dönmeden önce görmek isteyen Mata Hari, askeri bölgeye girememektedir. Bunun için özel izin gereklidir. Yabancılarla ilgilenen askeri büroya müracaat eden Mata Hari’yi, Fransız karşı-casusluk servisinin lideri olan yüzbaşı karşılar. Daha ilk karşılaşmalarında yüzbaşı kendisine Fransa için casusluk yapmayı önerir. Fransa, büyük aşkı Vadim’in ülkesinin de müttefikidir. Bu yüzden teklife olumlu cevap verir. Kalbi, aklının ve mantığının önüne geçen Mata Hari, büyük bir tuzağın içine düştüğünün farkında değildir. Yapacağı casusluğa karşılık bir milyon frank talep eder. Getireceği bilgilerin değerli olması durumunda bu parayı alacağı taahhüt edilir.

Mata Hari, bu parayı kazanmak için yola çıkar. Bundan sonra bir dizi hata yapacaktır. 1917’de birçok bilgi topladığı inancıyla Paris’e dönen Mata Hari, alacağı para ile, sevdiği erkeğe koşacak ve düşlediği aşkı yaşayacaktır. Fakat işler düşündüğü gibi olmaz çünkü getirdiği bilgiler asılsızdır. Casusluğu gün ışığına çıkmış olan Mata Hari kandırılmıştır. Sonunda 13 Şubat günü Paris’te tutuklanır. 24-25 Temmuz’da mahkemeye çıkarılır ve idama mahkum edilir. Dönemim cumhurbaşkanı cezasını affetmez ve 15 Ekim 1917 sabahı kurşuna dizilerek idam edilir.

Kurşuna dizilmeden birkaç dakika önce çekilmiş bir fotoğrafta, dikkatimi çeken şey, Mata Hari’nin gözlerinin bağlanmamış olması ve kıyafetinin detaylarıydı. Başında şık bir şapka ile askerlerin karşısında duran bu efsane kadın, acaba kalbini aşkla doldurmamış olsaydı, yine de sonunu hazırlayacak bunca hatayı yapar mıydı? Biraz araştırdığımda, gözlerini kendisinin bağlatmadığını öğrendim. Böylesine yürekli, hırslı, özgüveni yüksek ve zeki bir kadını alt edebilecek tek şey, aşk olabilir mi? Aşık olduğu askere ne olduğunu, bir daha görüşüp görüşemediklerini şimdilik öğrenemedim. Araştırıyorum, bulursam size de haber veririm. Ama insan düşünmeden edemiyor, aşk denilen duygu vücuda sızmaya başladığında gerçekten gözü değilse bile, aklı kör ediyor mu? Bu hikaye gibi birçok örnek bulmak mümkün. Dünya tarihine adını yazdırmış kadınların arkasına baktığınızda, mutlaka bir aşk hikayesi çıkıyor. Aşk, kadının tüm yeteneklerinin, savunma duvarlarının, zekasının, hırslarının önüne geçebiliyor. Yani aşk, kadını kurşuna dizdiriyor!

Candan Ünal