HOŞGELDİNİZ

Merhaba,
Sayfama hoşgeldiniz.
Merak edip bir uğradığınız için teşekkür ederim.
"Yok, sadece uğramadım, abonesiyim" diyorsanız ona daha çok teşekkür ederim:)
İnternet dünyasında benim de bir yerim olsun istedim.
Ben burda sadece çok beğendiğim dokümanları ve çok güldüğüm fıkraları yayınlıyorum. Henüz hiç bir konuda yorum yapmıyorum. Şimdilik...
Genelde kaynak veya yazar mutlaka belirttim. Şayet belirtmemişsem ya çok tedavülde olan bir yazıdır ya da bana aittir. Ortak özelliklerinden biri benim beğenmiş ve fikren yakın bulmuş olmamdır. Bir de derleme amaçlıdır. İstediğimiz zaman ulaşabileceğimiz bir kaynak yaratmak. Yok mu buna benzer kaynaklar? Tabiki var. Bu sayfanın ayrıcalığı bana ait olmasıdır. İlginize teşekkür ederim.
Not1:Şahsıma yorum, eleştiri, tavsiye bildirmek veya doküman göndermek isterseniz saselzeta@gmail.com adresine iletebilirsiniz.
Not2:Ayrıca yazıların altında "yorum" linkleri bulunuyor. İsterseniz yorum da yapabilirsiniz.

31 Temmuz 2008

Yorumsuz














Alkışlarrr Türk Polisine :))

Göstermelik
Birkaç gün önce trafiğin çok işlek olmadığı bir yerde normal olarak kırmızı
ışıkta durdum. O an arkama yanaşan trafik polisinin anonsunu aynen
aktarıyorum: '34 XXX... devam et, devam et. Sanki biz olmasak duracaksın.'

Türk polisi ve UFO
Eveeet, şimdi de o kocaman alkışları Antalya'da UFO gördüğü için polisi
arayan vatandaşa 'havadayken yapabileceğimiz bir şey yok, inerse tutuklarız'
diyen yurdum polisi için alabilir miyiz?

Ukala Şoför
Kendisini durduran trafik polisi 'kırmızı ışıkta geçtiniz' deyince
'uyuyordum görmemişim' diyen yurdum şoförü, evet bildiniz babam...

Dürüst polis
Trafik polisi tarafından çevrilinir. Ehliyet evde unutulmuştur. İki taraf da
'çorba parası' konusunda hemfikirdir ama ben miktarı konusunda karar
verememekteyimdir. Cepten 2 adet 20'lik çıkarılıp ruhsatın arasına konur.
Polis ruhsatı açar ve 'bu fazla' diyerek 20'liklerden birini geri verir.
Benim de bu yurdum polisini alnından öpesim gelir. Dürüst adammış.

İnançlı polis
Yıllar önce sabahın erken bir saatinde nasılsa kimse görmez diye kırmızı
ışıkta geçip sola döndüm ve 50 metre ilerdeki kırmızı ışıkta beklerken
trafik polisine yakalandım. Kırmızı ışıkta geçtiğimi söyleyip ehliyet ve
ruhsatı istediğinde 'Ama ışık sarıydı' itirazıma sert bir komutla 'Yemin
et!' dedi. Resmen kalakaldım, insan yalan yere yemin edemiyormuş. Yemin
edemediğimi gören sevgili polis kahkayı basarak 'Hadi yırttın, yalan yere
yemin etseydin cezayı yazacaktım, bir daha dikkatli ol' dedi ve gitti. Bu
olayın nerde olduğunu söylememe gerek yok değil mi? Memleketimin polisini
bile özledim ben!

Kaç!
Öğlen saatleri. Trafikteyim. Kırmızı ışıkta dururken yandaki kalabalığı fark
ediyorum. Bir polis otosu ve kalabalığın ortasında bir genç elini kolunu
sallayarak konuşuyor. Kulak kesilip durumu kavramaya çalışıyorum. Çocuk
yayalara kırmızı yanarken karşıdan karşıya geçmiş, tabii bunu gören polis
ceza yazıyor. Çocuk, 'Herkes geçiyordu ben de geçtim' gibilerinden kendini
savunuyor. Polis umursamaz bir tavırla ekip arabasına giderken yaşlı bir
teyze çocuğa bağırıyor 'Kaç oğlum kaç! G.tünde plakan mı var?!'

Polis megafonu
Bir teyzemiz yayalara kırmızı yanmasına rağmen karşıdan karşıya geçmeye
çalışırken, 10 metre öteden megafon sesi gelir polisten, ''Abla, zaten
şişmansın bir de pişman olma!''

Hayırlı Cezalar
Yer İstanbul, Yenibosna. Yenibosna'daki otobüs durağından çıktık Avcılar
istikametine doğru gideceğiz. Otobüs kısa yoldan yola girebilmek için
yasaklı yerden U dönüşü yapıyor. Yurdum polisi görev başında megafon açık ve
o anlamlı anons geçiyor. 'Otobüsçü! Cezan hayırlara vesile olsun, devam et
sen; ben plakana gönderirim nasıl olsa.'

Kendin dinle
Kocamın arabasını aldığım ve içine sigara kokusu sinmesin diye bütün
camlarını açtığım anda en sevdiğim şarkının radyoda çalmaya başlaması
üzerine radyonun sesini de sonuna kadar açıp dolaşırken yurdum polisinden
gelen anons:' 34 XX, müziği kendin dinle! Kendin dinle ya da parçayı
değiştir!'

Trafik polisinin müthiş anonsu
Dar ve tenha bir yolda trafikteyim. Arkamdan trafik polisi geliyor. Kırmızı
ışıkta durdum. Bir süre sonra trafik polisinin müthiş anonsu geldi: ''Yol
boş devam et. S..tir et kırmızı, ışığı devam et.' Acaba ehliyetimi henüz
almadığımı bilse; 'Ehliyet ve ruhsat. Ruhsat tamam ehliyeti s..tir et.' der
miydi?

25 Temmuz 2008

HAMMAL

Eski zamanlardı. Yolların olmadığı zamanlar... Demek ki fakirdi bizim gibi çoğunluk, bu nedenle taşınacak yüklere talip olacak hamallar bulmak zor olmuyordu...
Yanımdaki hamalla yola çıktık. İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden 'Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!..'
Nitekim çok geçmeden dedi ki:
- Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!...
- Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!..'
Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini
- Sen de dinlen hadi' dedi.
Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum.
Bir saat kadar sonra yine durdu, oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında... 'Yükünü indirip sen de dinlen', demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım...
Sonra yine durdu. Bana da dinlenmemi' söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra 'dinlenelim mi' diye sordu, aksi aksi başımı salladım... Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı.
Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım... Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek;
- Hadi kalk, dedi. Bana yaslan.
Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz.' Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana.
- Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda....
Halbuki bir yükü 'taşımak' bizim işimiz, 'altında ezilmek' değil!... Unutma ki bir yük, taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun!
Belki günün birinde hamallığın şekli değişir.
Belki o günleri ben göremem.
Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, Kafanın içinde de sakın yük taşıma...
Akşamları bırak ve hafifle...
Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü.
Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil.
Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler.

23 Temmuz 2008

Seydibesir Kuveysna Osmanli Useray-i Harbiye Kampı

BU UNUTULUR MU ? (Ama maalesef unuttuk...)
Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlere, 150 bin askerimiz esir düştü. Bu
askerlerden bir kısmı da Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan
Seydibeşir Usare Kampı'na hapsedildi.
Kampın tam adı, 'Seydibesir Kuveysna Osmanli Useray-i Harbiye Kampı' idi.
Bu kampta, 1918'de Filistin cephesinde esir düşen 16. Tumen'in 48. Alayı'na
bağlı Osmanlı askerleri tutuluyordu.
12Haziran 1920'ye kadar
iki yıl boyunca her türlü işkence, eziyet, ağır
hakaret ve aşağılamaya maruz kaldılar.
Bu insanlık dışı muamelenin nedeni ise
Ermeniler idi...
Kamptaki, Türkçe bilen
Ermeni tercümanların yalan yanlış çevirileri ve
kışkırtmaları nedeniyle, kampların
İngiliz komutanları, azılı Türk düşmanı
kesilmişlerdi. Savaş bitmişti. Ancak, kamptaki ağır koşullar nedeniyle
ölenler dışındaki askerleri teslim etmek, İngilizlerin işine gelmiyordu.
Çünkü, olası yeni bir savaşta, bu askerlerin yeniden karşılarına çıkabilecekleri,
Ermeniler tarafından, İngilizlerin beyinlerine işlenmişti.
Çözüm toplu katliamdı... Askerlerimiz, mikrop kırma bahanesiyle, süngü
zoruyla dezenfekte havuzlarına sokuldu. Ancak suya normalin çok üzerinde
krizol maddesi katılmıştı. Mehmetçik, daha ayağını soktuğunda, aşırı krizol
maddesi nedeniyle haşlanıyordu. Ancak İngiliz askerleri dipçik darbeleri ile
askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı. Mehmetçikler, bele
kadar gelen suya başlarını sokmak istemedi. Ancak bu kez İngilizler havaya
ateş etmeye başladı. Askerlerimiz, ölmemek için çömelerek başlarını suya
soktular. Ancak başını sudan kaldıran artık göremiyordu. Çünkü
gözleri yanmıştı...
Dışarı çıkanların halini gören sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda
etmedi ve 15 bin askerimiz
kör oldu. Bu vahşet, 25 Mayıs 1921 tarihinde
TBMM'de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref Beyler bir önerge vererek,
Mısır'da esirlerin krizol banyosuna sokularak
15 bin vatan evladının gözlerinin
kör edildiğini, bunun faili olan İngiliz tabip, garnizon komutanı ve askerlerinin
cezalandırılması için TBMM'nin teşebbüse geçmesini istediler.
Tabii ki yeni kurulan devletin bin türlü sorunu vardı. Bu hesap sorma işi de unutuldu gitti.
Ama onlar unutmuyorlar...
Kendi ihanetlerini bile soykırım ambalajına sarıp, dünya kamuoyuna sunuyorlar.
En üzücü olanı da malum birilerinin, bu karalama kampanyalarına çanak tutması...
ŞEHİTLERİMİZE SAYGINIZ VARSA; bu olayları unutmayın ve unutturmayın.

ERMENİLER SOYKIRIM YAPILDI DİYE DÜNYAYI AYAĞA KALDIRIYOR, BİZİM TARİHİMİZDEN HABERİMİZ YOK!

TEK BAŞINALIK (Ataol Behramoğlu)

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü biri
Ve hic bir sey yapmamaya karar verdi

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir oteki
Ve yalnızlığının kuytuluğuna çekildi

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir üçüncü
Ve tek başına düşünmeyi sürdürdü

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü yüzbinler
Ve tek başınalıklarını sürdürdüler

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü milyonlar
Milyonlarcaydılar

Ve tek başınaydılar
Bu arada birileri
Onlar adına
Karar vermekteydi

Tek başına olduklarını sananlar
Topluca ortadan k a l d ı r ı l d ı l a r....


(ATAOL BEHRAMOGLU)

Tv Bir Hastalıktır :)

Hayat Bir Çocuğa Nasıl Anlatılmalı?

Arkadaşımın kızı bir yaşına gelmişti, 'Sen eğitimcisin, neler öğretmem gerekiyor, bazen kendimi çok çaresiz hissediyorum' dedi. Sorusu kolaydı ama yanıtı zordu, akıl vermesi basitti ama uygulaması karmaşıktı, anlatmaya başladım: Annelik uzun zaman alan ve günün yirmi dört saati devam eden adı 'insan yetiştirmek' olan bir iş. Bir kere bilmelisin ki, zaman alacak. Neye zaman harcarsan onun karşılığını alırsın. İşine zaman harcarsan işinden, eşine zaman harcarsan eşinden, çocuğuna zaman ayırırsan da ondan karşılığını alırsın.
Yapabiliyorsan gözyaşlarını tutmamasını öğret, acı çekmeden olgunlaşamayacağını...
Kıskanmamayı öğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte sevinçleri paylaşmayı, içinden 'neden ben değil de o?' demeden...
Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi öğrenmesini. Çünkü bir adım sonrasında görünüşte galip olanları gösterecek hayat ona.
Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğini, kazanılan ve harcananın bir sonu olduğunu.
Gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, her şeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret. Kitaplardan keyif almasını.
Ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını, ama okumayı sevmesini öğret ona. Elbet er ya da geç alacaksın biliyorum, ama mümkün olduğunca geç al ona bilgisayarı.
Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona, sıkılıp ta kendini yönlendirmeyi bulmasını.
Doğaya götür onu, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla.
Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece sevgilisine ateş yakar ve belki binlerce yıldızın altında birbirlerine sarılırlar, bunu öğrenmemiş diğer sevgililerin aksine...
Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona.
Kazandığı elli milyonun piyangodan çıkan beş yüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret. Alın terine saygıyı öğret ona.
Aşk acısı çekmenin hiç âşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret.
Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini öğret, başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı. ... Bunun başkalarını dinlememek olduğunu değil, söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret.
Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat. Hayatı sorgulamayı öğret ona...
Bilginin en büyük güç olduğunu öğret. Yapabilirse bunu en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklı olduğu konuda sonuna kadar diretmesini öğret ve haklıyken dik durmasını.
Günün birinde yaptıkları değil yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret.
Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı...
'İstemiyorum' ,'hayır' demeyi öğret ona, istediğinde ise 'istiyorum' demeyi.
Sevdiğinde ise 'seni seviyorum' diyebilmeyi öğret ona.
Bir kot pantolon ve tişörtle üniversiteyi bitirmeyi öğret ona. Temiz kokmasını...
Sorgusuz sevmeyi... El yazısı ile notlar yazmayı...
Lafı dolandırmamayı....Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona. Müziği sevmesini, sporla barışık yaşamasını.
İşlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırması gerektiğini öğret...
Ama en çok da kendini sevmesini öğret... Kendini sevmezse kimsenin onu sevmeyeceğini...Kendine çiçek almazsa kimseden çiçek beklememesi gerektiğini.. Kendine özenli yemekler yapıp sofralar kurmazsa kimsenin onun için yemek hazırlamayacağını... Hayatta her şeyden çok kendisinin önemli olduğunu öğret ona...

Aylin Kotil, Cumhuriyet Gazetesi

27 Ağustos'a Dikkat

Hayatinizda ilk ve tek olacak DİKKAT!!!!!
Mars gezegeni Agustostan itibaren geceleri gökyüzünün en parlak cismi
olacak. Mars çıplak gözle dolunay kadar büyük görünecek.
27 Agustos'ta Mars dünyaya 34,65 milyon mil yaklaştıgında en büyük
göründügü gün olacak. 27 Agustos gecesi 00:30'da gökyüzünü izleyin.
Dünyanın iki ay'ı varmış gibi görünecek.
Mars'ın dünyaya bu kadar yakın geçecegi bir sonraki tarih 2287 yılı.
Bunu dostlarınızla paylaşın.
Bugün hayatta olan hiçbir kimse bu olayı tekrar göremeyecek ......

Kaza mı, İntihar mı? İlginç bir olay !!!

Amerikan Adlî Tıp Derneğinin 1994 te San Diego da tertiplenen ödül yemeğinde dernek başkanı Don Harper Mills, aktardığı acayip bir ölüm olayındaki adlî komplikasyonlarla dinleyicilerini şaşkına çevirmişti. Kaderin adaletine dair ince bir nükte taşıyan bu yaşanmış öykü, sanırız sizleri de hayrete sevk edecektir.
23 Mart 1994 te Ronald Opus un cesedini inceleyen adlî tabip, onun kafasından yediği kurşunla öldüğü sonucuna vardı. Müteveffa, on katlı bir binanın tepesinden, intihar niyetiyle aşağıya atlamıştı. (Umutsuzluğunu, geride bıraktığı bir notta açıklıyordu.) Ancak, dokuzuncu katın önünden geçerken pencereden gelen bir kurşun başına isabet etmiş, hayatı bu kurşunla sona ermişti. Apartmanın sekizinci kat penceresi düzeyinde cam silicileri korumak için konulmuş bir ağ vardı; ama bu ağın varlığını ne silahı çeken, ne de müteveffa biliyordu. Açıkçası, kurşun olmasaydı, Opus'un intihar girişimi başarılı olamayacak; zemine çakılmadan, sekizinci kattaki ağa takılıp kalacaktı. Bu durumu anlattıktan sonra, “normal olarak” diye devam etti Dr. Mills, "intihar etmeye karar veren biri, mekanizma tasarladığı gibi olmasa da, bunu eninde sonunda başarır."
Opus un dokuz kat aşağıda yere çakılmayıp da dokuzuncu kattan düşüyor olduğu anda başına gelen kurşunla vurulmuş olması, muhtemelen, onun ölüm modunu intihardan cinayete çevirmeyecekti. Fakat, Opus'un intihar girişiminin başarılı olmayışı, savcıyı elinde bir cinayet vakası olduğu düşüncesine itti. Silahın patladığı dokuzuncu kattaki odada yaşlı bir adam ve karısı yaşıyordu. Tartışıyorlardı ve adam kadını silahla tehdit ediyordu. Öyle sinirlenmişti ki, tetiği çekti; fakat mermi kadını ıskalayarak pencereden dışarı yöneldi ve Opus'a isabet etti. Bir insan A şahsını öldürmeye teşebbüs eder, fakat B şahsını öldürürse, o B şahsını öldürmekten suçlu sayılmalı idi. Savcının ulaştığı sonuç buydu. Dolayısıyla, dokuzuncu kattaki yaşlı adam, cinayetten suçluydu. Bu suçlamayla karşı karşıya kaldığında, adam da, karısı da çok şaşırdılar.
Çünkü, tetiği çekerken adam da, karısı da silahın dolu olmadığından kesinlikle emindiler. Yaşlı adam uzunca bir süreden beri boş silahla karısını korkutmayı alışkanlık haline getirmişti. Bunu karısı da bilir, o yüzden adamın tehdidine pek aldırmazdı. Kısacası, adamın karısını öldürme kasdı yoktu; silahın dolu olduğunu dahi bilmiyordu. Böylece, Opus'un öldürülmesi bir kaza oluyordu; silah kazara doldurulmuştu.
Araştırmalara devam edilince, ölümcül kazadan yaklaşık altı hafta önce yaşlı çiftin oğlunu silahı doldururken gören bir tanık ortaya çıktı. Anlaşıldığına göre, yaşlı kadın oğlundan mali desteğini çekmişti ve babasının annesini silahla korkutma temayülünü bilen oğul, annesini cezalandırma kasdıyla, babasının annesini vuracağını umarak, gizlice silahı doldurmuştu. Annesi ölecek, baba cinayetten suçlanacak, mallar oğula kalacaktı. Artık olay yaşlı çiftin oğlunun Ronald Opus cinayetinden sorumlu olduğu noktasına gelmişti.
Tam bu sırada savcının karşısına yeni bir viraj çıktı. Araştırmalara devam edilince, geçen altı hafta içinde anneyle babasının silahla tehdide varan bir tartışma yaşamamaları, dolayısıyla annesinin ölümünü bir türlü başaramayışı nedeniyle, oğulun umutsuzluğunun arttığı anlaşıldı.
Bu, onu 23 Mart'ta on katlı binanın tepesinden atlayarak intihar etmeye itmişti.
Ancak, ölümü planladığı gibi olmamıştı; dokuzuncu katın önünden geçerken babasının boş zannettiği silahı tetiklemesiyle annesine isabet etmeyip pencereye seken kurşunun kafasına isabet etmesi nedeniyle, Ronald Opus'un hayatı sona ermişti.

Erzincan-Atatürk Portresi

Erzincan, Erzincan, Turkey

<http://maps.google.com/maps?f=q&hl=en&geocode=&q=erzincan+t%C3%BCrkiye&ie=UTF8&ll=39.790352,39.476602&spn=0.007502,0.018539&t=h&z=16>

Ekte gördüğünüz fotoğraf 2003 yılının Temmuz ayında Erzincan'da çekilmiş. Şehrin 10 km kadar kuzeyinde kireçtaşlarından oyulmuş tam ATATÜRK'e yakışan dev bir eser ve tabi ki Erzincan'da bulunan ordumuz tarafından yapılmış..
Bu portre o kadar büyükmüş ki, uçakla üzerinde 10,000 m den uçulduğunda bile gözüküyormuş. Zaten resim de 10 km uzaktan telefoto ile çekilmiş. Muhteşem ATATÜRK portresi Erzincan'da dağlara oyularak işlenmiş. Goruntuyu guneye kaydirarak Erzincan'in icinde E harfi seklindeki askeri okulu da bulabilirsiniz.

21 Temmuz 2008

Doğa Derneği'nden


Tarkan'ın sözü ve müziği, Orhan Gencebay'ın sazı, Doğa Derneği'nin sesi oldu: Uyan
Tarkan Doğa Derneği’nin yürüttüğü mücadeleye destek vermek için “Uyan” adlı bir şarkı üretti. Bu çalışmaya katılan Orhan Gencebay, şarkıda hem sazı hem de sesiyle Tarkan’a eşlik etti.

Türkiye doğasının hızla yok oluşu Tarkan ve Orhan Gencebay’ı Doğa Derneği çatısı altında bir araya getirdi. Tarkan, “Uyan” şarkısıyla doğadaki yok oluşun önüne geçebilmek için birlikte hareket etmenin önemini vurguluyor. “Uyan”ın Orhan Gencebay’ın da katılımıyla hazırlanması Türkiye’deki doğa hareketinin gelişimini daha da hızlandıracak.

Tarkan daha önce Doğa Derneği’nin “Hasankeyf Yok Olmasın” kampanyasına destek vererek herkesi Türkiye’nin doğasına sahip çıkmaya davet etmişti. Doğa Derneği Genel Müdürü Güven Eken yaptığı açıklamada “Uyan, Aşık Veysel’in ‘Benim Sadık Yarim Kara Topraktır’ adlı eserinin günümüzdeki karşılığı. Tuz Gölü’nün, Hasankeyf’in, Allianoi’nin ve yok olan daha nice önemli doğa alanının çağrısı Tarkan’ın ‘Uyan’ adlı şarkısında ete kemiğe büründü. Bu şarkı, içinde bulunduğumuz tehlikenin farkında olmayan birçok insanı doğa için harekete geçirecek. Uyan, Temmuz sonunda Doğa Derneği’nin ‘Doğa’ adlı dergisinin ilk sayısıyla kamuoyuna sunulacak” dedi.

www.dogadernegi.org

Kırım Kongo Kanamalı Ateşi

Yaşamı Tersten Yaşamak

Yaşamın en tatsız tarafı, sona eriş şeklidir...
Can Baba bu … oradan başlamış hayata...

“Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel, hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mı? Cami'de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içerisinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz. Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş, hazır ev...
Altmışlı yaslara kadar garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz. Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz... Ve genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak işe başlıyorsunuz.
Herkes karsınızda el pençe divan... Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor. Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade... Aman ne güzel günler başlıyor...
Derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor. Bu arada babanız ortaya çıkmış, 'fazla çalıştın' diyor 'artık eve dön, işi bırak, okumaya basla, harçlığın benden olsun...' Keyfe bakar mısınız?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden, su gölden bir dönem başlıyor. Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor. Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok artık....
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, 'evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna' diyorlar. Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz. Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor. Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır. Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz.Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor, sıcacık, yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Veeeeee....
En güzeli deeee......
Günün birinde müthiş keyifli bir geceyle hayatiniz bitiyor...

Can YÜCEL

Isırırım Seniii :))

Kargalar Akıllıdır

16 Temmuz 2008

Son Tuz Gölü

Son Tuz Gölü

İki milyon yaşındaki Tuz Gölü'nün son günleri.
Hiç mi yok bir nefes üfleyecek Anadolu yiğidi?

İçinde bir çift martı gördüm.
İkisi de iki milyon yaşında. Anadolu Akdeniz'i terk ettiği günden bu yana. İki martı burada.
Son iki martı gözlerime bakıyor. Son bakış. Tekrarı yok. Sebebi ortada.
Gölü terk eden binlerce başka kuş gibi, gidecekler. Döl veremeden ölecekler.

Karşımda tozdan bir ova gördüm.
Hepsi hepsi on yaşında. Suyunu çaldığımız günden bu yana. Göl yok olmakta.
Son damlalar yüzüme yansıyor. Son bakış. Tekrarı yok. Sebebi ortada.
Ovayı dolduran öteki damlalar gibi, gidecekler. Göl olamadan bitecekler.

Belki bugün. En geç yarın. İki milyon yıllık takvimin son dakikasında.

Bir ağıt yakayım dedim. Gözümdeki nem gölden utandı. Kurudu.

Gazetelere baktım. Daha çok utandım. Hakikat ne, yazanlar ne?

Ey laik, islamcı, alevi, sünni, sosyalist, kemalist, demokrat, asker!
Ey köylü, şehirli, türbanlı, başı açık, tarikatçı, modern!
Ey Türk, Kürt, Laz, Arap, Çerkes!
Ey memur, vekil, Bakan, Başbakan!
Ey fakir, zengin, ünlü, ünsüz, alim, sanatçı, gazeteci, öğretmen, çiftçi!
Ey bu toprağın insanı!
Hepimizi emziren ana sütten kesiliyor. Suyu kayıp. Toprağı yorgun.
Aşağıda kök kururken, üstte bahar açar mı?

Ey bu toprağın anası, babası!
Bir evladın can veriyor. Yaşı iki milyon. Adı Tuz Gölü.
Toz bütün gölü kaplasa da, vicdanına sığar mı?

Güven Eken
23 Haziran 2008, Tuz Gölü

www.doga.org.tr

İşte Hayat Bu kadar Kısa:)

BURNU UZUN OLANLAR

Ruanda, küçük bir Afrika ülkesidir. Uganda, Tanzanya ve Burundi ile sınır komşusudur.
Nüfusu: 9,907,509
Okur-yazar oranı: % 70,4
Din: Halkın % 82,5'u Hıristiyan, % 5'i Müslüman.
Resmi diller: Kinyaruandaca, Fransızca ve İngilizce.
Doğal kaynaklar: Altın, kalay cevheri, tungsten cevheri, metan gazı.
Kişi başına yıllık gelir: 1000 dolar.
Halkın % 60'ı yoksulluk sınırı altında.

Ruanda, 1860 yılında Almanya'nın sömürgesi oldu.
Almanlar Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkınca, Ruanda 1916 yılında Belçika'nın boyunduruğu altına girdi.
Belçikalı egemenler, Ruanda'yı kolayca yönetebilmek için, sömürgecilerin o çok iyi bilinen 'Böl ve Yönet' yöntemini hemen uygulamak istediler. Ama önce, Ruandalıları bölüp parçalıyacak bir gerekçe bulmalıydılar.
Belçikalı egemenler Ruandalıları dini inançlarına göre bölemiyorlardı, çünkü halkın büyük çoğunluğu Hıristiyan misyonerlerin onlarca yıl süren yoğun çabaları sonucu Hıristiyan olmuştu. Öyleyse, dini inanca dayalı bir ayrımcılık söz konusu olamazdı. Ruandalıları etnik kökene göre ayrıştırmak da olanaksız görülüyordu. Gerçi Ruandalıların bir kısmı çiftçilik bir kısmı da hayvancılık yapıyordu ama, bu farklılık derin bir ayrımcılık yaratmaya elverişli değildi.
Belçikalı egemenler en sonunda Ruandalıları bölecek şeytanca bir formül buldular.
Ruandalıları 'burnu uzun olanlar' ve 'burnu kısa ve basık olanlar' diye ikiye ayırdılar.
Bu anlattığım, şaka değil! Belki kara mizah olarak görülebilir, ama hiç şaka değil!
Belçikalı sömürgeciler, burnu uzun olanlara 'Tutsi', burnu kısa ve basık olanlara 'Hutu' dediler. Elbette sadece böyle demekle kalmadılar. Tutsilerin, soylu, kültürlü ve daha akıllı olduğunu duyurup, kendilerine hizmet edecek yöneticileri Tutsilerden seçtiler.
Aslında, burnu uzun Tutsiler azınlıktaydı. Ruandalıların çoğunluğu kısa ve basık burunlu Hutulardı. Peki, Belçikalı sömürgeciler, kendilerinin yaratıp ortaya çıkardığı ayrımcılıkta neden çoğunluktaki Hutuları değil de azınlıkta olan Tutsileri kendilerine yakın kişiler olarak seçmişlerdi?
Sömürgeciler, 'Böl ve Yönet' yöntemini uygularken hep şu ilkeye bağlı davranırlar. Bölünme sonucu ortaya çıkan sınıflardan azınlık olanını kendilerine uşak olarak seçerler. Azınlıkta olan uşaklar aracılığıyla çoğunluk üzerinde baskı kurup denetimi sağlarlar. Azınlıkta olanlar, konumları nedeniyle, çoğunlukla baş edemeyeceklerini bildiklerinden sürekli olarak efendilerine bağlı kalırlar.
Belçikalı sömürgecilerin yarattığı yapay bölünmenin hiçbir bilimsel yanı bulunmamaktaydı. Tutsilerle Hutular arasında kan, soy ve kültür farkı yoktu. Tutsilerle Hutuların genetikleri de aynıydı. Yani, etnik kökene dayalı bir ayrımın aslı astarı yoktu!
Belçikalı sömürgeciler, Tutsi seçkinlerini kullanarak halktan vergi toplamayı ve Belçika'nın politikalarını dayatmayı başardılar. Yerel yönetimlere Tutsileri getirerek egemenliklerini pekiştirdiler.
Ancak 1950'lerde ortaya çıkan ve 1960'larda süren Afrika Milliyetçiliği rüzgarı Orta Afrika'da esmeye başlamıştı. Afrikalılar, sömürgecilere karşı başkaldırıyordu. Eylemin öncüleri, Birleşik Afrika ve tüm Afrikalılara eşitlik istiyordu.
İşte bu rüzgardan cesaretlenen Ruanda'nın Hutuları, Tutsilere başkaldırdılar. Kasım 1959'da Tutsilerle Hutular arasında silahlı çatışma çıktı. Binlerce Tutsi öldürüldü, binlercesi de komşu Uganda'ya kaçtı. Belçikalı sömürgecilerin başlattığı ayrımcılık sonucu Ruanda'da bir iç savaş çıkmıştı.
1 Temmuz 1962'de Ruanda, bağımsızlığına kavuştu. Ancak Belçikalı sömürgecilerin neden olduğu iç savaş durmadı. Hutularla Tutsiler arasındaki katliamlar aralıklarla sürdü.
Ruanda'da iç savaş 1994 yılında soykırım boyutlarına ulaştı. Çoğunluğu Tutsi olan 800 bin Ruandalı öldürüldü.
Şimdi gelelim ülkemize.
Uzun bir süredir Türkiye'yi ve Türk halkını bölüp parçalamak isteyen ABD ve AB Sömürgecileri de 'Böl ve Yönet' yöntemini uygulamaya koydular.
Türk-Kürt ayrımı yaratıp bir iç savaşın çıkmasını beklediler, olmadı. Gerçi besleyip ortalığa saldıkları PKK teröristleri on binlerce insanımızın canına kıydı, ama asıl hedefe varamadılar.
Bu kez sömürgeciler, Alevi-Sünni kutuplaşmasını denediler, o da tutmadı. Gerçi Çorum, Kahramanmaraş ve Sivas'ta canavarca katliamlar gerçekleştirdiler, ama yine istedikleri olmamıştı.
Son olarak sömürgeciler, türban yanlıları-türban karşıtları ayrımcılığını ortaya sürüp körüklediler. Bu kez ABD-AB sömürgecileri, iktidarı da yanlarına çekip TBMM'de de çoğunluğu ele geçirdiklerinden, bu son oyunlarında sanki hedeflerine varmaya, bir iç savaş çıkaramaya yaklaşmış gibi görünmektedirler.
Peki, Türk milleti, ABD-AB sömürgecilerinin bu son oyununu da boşa çıkarırsa ne olacak?
Nasıl Belçikalı sömürgeciler Ruandalıları bölmek için halkın burun farkını öne çıkardılarsa, herhalde ABD-AB sömürgecileri de Türk halkının başka bir organını dillerine dolayıp ayrımcılık yaratmaya çalışacaklardır!
Sömürgecilerde oyun çoktur, bitmez!

15 Temmuz 2008

BORSA nın Çalışma Sistemi

Bir zamanlar köyün birine bir adam gelmiş ve tanesi 10 $ dan maymun alacağını söylemiş. Köyde çok maymun olduğu için köylüler sevinçle ormana koşup maymunları yakalamaya başlamışlar. Adam, binlerce maymunu 10 $ dan satın alınca ortalıkta maymunlar azalmış, yakalaması zorlaşmış. Köylüler tam maymun yakalamak tan vazgeçecekken adam tanesine 20 $ vereceğini söylemiş. Tekrar heveslenen köylüler tekrar maymunları yakalamaya başlamışlar. Bir süre sonra da fiyatı 25 $ a çıkarmış. Ancak bırak yakalamayı, maymuna rastlamak bile çok zorlaşmış. Bunun üzerine adam fiyatı 50 $ a çıkardığını, ancak kendisinin işi olduğu için şehre gitmesi gerektiğini, yardımcısının onun yerine alım yapacağını söylemiş.
O yokken yardımcısı köylülere demiş ki; Şu büyük kafesteki maymunlar var ya ben onların tamamını size tanesi 35 $ dan satayım, siz de adam gelince ona 50 $ dan satarsınız.
Köylüler bütün birikimlerini bir araya toplayarak bütün maymunları satın almışlar.
Sonra ne adamı ne de yardımcısını bir daha gören olmamış.

Şimdi borsanın nasıl çalıştığı hakkında biraz bilgi sahibi olmuşsunuzdur.

Karslı Amcanın Derdi

Kars'ta bir yerel tv Muhabiri, yaşlı bir amcaya mikrofon tutup;

- Nasılsın dayı, eyimisen?. diye sordu.
- Şükür oğul, cani taşirem, eyiyem, çoh eyiyem.
- Halin, keyfin, sağlığın da eyi midir?
- Eyidir, he, çoh eyidir.
- Şehirden, hizmetlerden memnun musun?
- Nasi söz!
- Validen, kaymakamdan, belediye başkanından?
- Hiç eyle olur? Bizim ağzimiz dövlete ne diyebilir.
- Yani memnunsun.
- Allah dövlete millete, kaymakam beğe, bolediye basganimıza zeval vermesin.
- Memnunsun?
- Dövletimiz, kaymakamımiz, basganimiz, şanli ordumuz başımızdadir, her
ne olursa bir fiil o dakika yanımizdadır. Ben vatanima nasi serzeniş ederem?
Amma, benim derdim başkadir.
- Allahına gurban dayı, söyle nedir?
- Doksan sene önce buraya Ruslar girdi ya?
- He girdi.
- Hani bu belediye binalarını, okullari, çeşmeleri, istasyonu Ruslar yaptılar ya?
- Rus işgalinde yapıldı değil mi dayı?
- He.
- Heç benim dövletime, milletime sözüm olur mu? Ben aha bu Ruslarin
avradini... Doksan sene önce bu kaldırımlari, caddeleri yapip gettiler,
bir gün olsun bi kere Kars'a gidek, yollar bozuldu mu, kanallar tıkandı mi
demediler, insan bi gelir de bakar buralara, heç beyle olur !

02 Temmuz 2008

Sivas-Madımak --- 2 Temmuz 1993

2 Temmuz 1993 tarihinde Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında etkinliklerin bir bölümünün de Pir Sultan Abdal’ın sazının çalındığı Sivas şehir merkezinde yapılması öngörülmüştü.
Bu kapsamda pek çok aydının yanı sıra Aziz Nesin bu etkinlik nedeniyle dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin' in özel davetlisi olarak bu kente gelmişti.
2 Temmuz 1993 günü organize biçimde öğle saatlerinde Paşa ve Meydan camilerinde çıkan gruplar önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezi’ne ulaşarak, bir gün önce dikilen anıtı kısmen tahrip etti.Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından güçlükle önlendi.Sayısı yaklaşık 10 bine ulaşan grup, Kültür Merkezi’nden yeniden Hükümet Meydanı’na geldi.
Hükümet Konağı’nı taşlayan grup slogan atarak Madımak Oteline geldi. Bu esnada sayı 20 bine yaklaştı. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı. Camları kırılan Madımak oteli tutuşturulan perdelerler ve alt kattaki bulunan eşyalarla birlikte yakıldı.
Otele sığınmış olan aydınlardan, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin'in de bulunduğu 37 kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi.
Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. Başından yaralanan Aziz Nesin'i linç edilmekten araya giren polisler kurtardı.Yaralılar, polis arabalarıyla Tıp Fakültesi Hastanesi`ne götürüldü.Olaylar sonucunda 33 konuk, 2 otel görevlisi ile 2 saldırgan yaşamını yitirdi.Gene olaylar sırasında Atatürk Kongre ve Etnografya Müzesi önünde bulunan Atatürk büstü tahrip edildi.Akşam saatlerinde valilik tarafından ilan edilen ”2 günlük sokağa çıkma yasağı” ile birlikte, güvenlik güçleri şehirde tam bir hakimiyet sağlayabildi.Sivas'ta katledilenlerin isimleri şöyle:
  1. Muhibe Akarsu- 35 yaşında, Muhlis Akarsu'nun eşi,
  2. Muhlis Akarsu - 45 yaşında, sanatçı,
  3. Gülender Akça - 25 yaşında,
  4. Metin Altıok - 52 yaşında, şair, yazar,
  5. Ahmet Alan - 22 yaşında,
  6. Mehmet Atay - 25 yaşında, gazeteci,
  7. Sehergül Ateş - 30 yaşında,
  8. Behçet Aysan - 44 yaşında, şair,
  9. Erdal Ayrancı - 35 yaşında,
  10. Asım Bezirci - 66 yaşında araştırmacı, yazar,
  11. Belkıs Çakıır- 18 yaşında,
  12. Serpil Canik - 19 yaşında,
  13. Muammer Çiçek - 26 yaşında, aktör,
  14. Nesimi Çimen - 67 yaşında, şair, sanatçı, üç telli curanın son ustası,
  15. Carina Cuanna - 23 yaşında, Hollandalı gazeteci,
  16. Serkan Doğan - 19 yaşında,
  17. Hasret Gültekin - 23 yaşında şair, sanatçı, şelpe tekniğinin önderi,
  18. Murat Gündüz - 22 yaşında,
  19. Gülsüm Karababa -22 yaşında,
  20. Uğur Kaynar - 37 yaşında, şair,
  21. Asaf Koçak - 35 yaşında, karikatürist,
  22. Koray Kaya - 12 yaşında,
  23. Menekşe Kaya - 17 yaşında,
  24. Handan Metin - 20 yaşında,
  25. Sait Metin - 23 yaşında,
  26. Huriye Özkan - 22 yaşında,
  27. Yeşim Özkan - 20 yaşında,
  28. Ahmet Öztürk - 21 yaşında,
  29. Nurcan Şahin - 18 yaşında,
  30. Özlem Şahin - 17 yaşında,
  31. Asuman Sivri - 16 yaşında,
  32. Yasemin Sivri - 19 yaşında,
  33. Edibe Sulari - 40 yaşında, sanatçı,
  34. İnci Türk - 22 yaşında,
  35. Kenan Yılmaz - 21 yaşında.

Olaydan bir gün sonra 35 kişi gözaltına alındı. Daha sonra gözaltına alınanların sayısı 190'a çıktı.
Kamuoyunda Sivas Davası olarak bilinen davanın ilk duruşması, Ankara 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde 21 Ekim 1993 günü yapıldı.
Gözaltına alınan 190 kişiden 124'ü hakkında "laik anayasal düzeni değiştirip din devleti kurmaya kalkışma" suçlamasıyla dava açıldı, geri kalanlar serbest bırakıldı.
26 Aralık 1994'te karara bağlanan dava sonucunda, 22 sanık hakkında 15'er yıl, 3 sanık hakkında 10'ar yıl, 54 sanık hakkında 3'er yıl, 6 sanık hakkında 2'şer yıl hapis cezası, 37 sanık hakkında da beraat kararı verildi.
Müdahil avukatlar, Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin kararını "taraflı, hukuka ve adalete aykırı" olarak niteleyerek, ayrıntılı bir savunmayla temyize gitti.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi katliamın "Cumhuriyete, Laikliğe ve Demokrasiye yönelik olduğunu" belirterek Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin kararını esastan bozdu.
Ankara 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi, Yargıtay'ın bozma kararına uyarak yargılamayı yeniden başlattı.
28 Kasım 1997'de açıklanan kararda, 33 sanık Türk Ceza Yasası'nın 146/1 maddesine göre idama ve 14 sanık 15 yıla kadar değişen hapis cezasına mahkûm edildi.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi 24 Aralık 1998'de hapis cezalarını onadı, 33 idam cezasını ise usul noksanlıkları nedeniyle bozdu.
Şubat 1999 tarihinde usul eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonucunda 16 Haziran 2000'de 33 sanık Devlet Güvenlik Mahkemesi'nce yeniden idam cezasına çarptırıldı.
2002 yılında idam cezasının yürürlükten kaldırılmasıyla idam cezası hükümlülerinin cezaları müebbet ağır hapis cezasına çevrildi.
Sanıkların avukatlığını Refahyol iktidarının Adalet Bakanı Şevket Kazan üstlendi ve bakanlığı sırasında onları hapishanede ziyaret etti.
Geçen bu zaman zarfı içerisinde sanık sayısı tahliyelerle 33'e düştü.
Olayın kilit ismi olarak nitelendirilen, dönemin Sivas Belediye Meclisi üyesi Cafer Erçakmak yakalanamadı. Sivas Davası İstiklal Mahkemeleri sonrasında, tek bir davada, bu kadar çok idam cezasının verildiği ilk dava olarak tarihe geçti.

01 Temmuz 2008

Mangal

Mangal mevsimi (keneye rağmen) başladı !
Bu vesileyle, alışılagelmiş mangal seremonisini hatırlayalım dedik.

Mangal :
Bu aktivite esnasında, bir erkeğin gerçek mutfak hünerine tanıklık ederiz. Bir erkek, mangal başına geçmek için gönüllü olduğunda, aşağıda detaylandırılan bir seri olay yaşanır:

ERKEK

1. Erkek mangalı ve mangal
kömürünü çıkartır.

KADIN

2. Kadın ızgarayı temizler.
3. Kadın bakkala gider.
4. Kadın kasaba gider.
5. Kadın fırına gider.
6. Kadın salatayı ve sebzeleri hazırlar.
7. Kadın pişirilecek etleri hazırlar.
8. Kadın, etleri bir tepsi üzerine, gerekli malzemeler, baharatlar, vs ile dizer.

9. Kadın temiz ızgarayı ve hazırladığı tepsiyi, mangalın başında elinde birasıyla dikilen adama getirir.

10. Adam etleri ızgaranın üzerine
yerleştirir.

11. Kadın içeri geçip, masayı hazırlar.
12. Kadın sebzelerin pişmesini kontrol eder.
13. Kadın tatlıyı hazırlar.
14. Kadın tekrar dışarı çıkar ve kocasına etin yanmakta olduğunu haber veri
r.

15. Adam çok pişmiş eti ızgaradan alır
ve kadına verir.

16. Kadın tabakları çıkartır, masaya dizer.

17. Adam içkileri doldurur.

18. Kadın masayı toplar,

kahve hazırlamaya gider.
19. Kadın kahve ve tatlı ikram eder.
20. Yemekten sonra, kadın masayı toplar.
21. Kadın gider bulaşıkları yıkar, mutfağı toparlar.

22. Adam mangalı olduğu yerde bırakır, çünkü içinde hala yanan kömürler vardır.
23. Adam karısına,
bugün mutfak işi
y a p m a m a k t a n
dolayı mutlu olup olmadığını sorar.

24. Karısının şaşkın bakışları karşısında, kadınları mutlu etmenin imkansız olduğu kararına varır.

Bir Kadın İçin En Güzel Cümle!!!

Akşamdan kalma adam, büyük bir baş ağrısı ile sabah uyanmış.
Zorlukla gözlerini açıp, yerinden doğrularak, şöyle bir etrafına bakınmış.
Komodinin üstünde bir bardak su ve iki aspirin duruyor.
Yatağın ayakucundaki sandalyede elbiseleri temiz ve ütülenmiş..
Aspirinleri içerken, komodindeki not dikkatini çekmiş;
''Sevgilim, günaydın. Kahvaltın mutfakta. Ben alışverişe çıkıyorum, erken dönerim. Seni seviyorum'.
Kalkıp, giyinmiş ve kahvaltı için mutfağa gitmiş.
Bakmış oğlu oturmuş, kahvaltı ediyor. Masada da kendi servisi ve gazeteleri duruyor. Oturmuş, kahvaltısına başlamış ve oğluna sormuş;
Evlat, dün gece ne oldu, biliyor musun? Evet, dün gece saat 3'ü geçiyordu, sarhoş olarak eve geldiğinde. Önce koridordaki sandalyeyi devirdin, ardından kustun, daha sonra da odanın kapısına kafanı çarptın, bir gözün morardı.
Adam, şaşırmış vaziyette: Anlayamadım. O zaman niye her şey temiz, kahvaltı hazır ve gazetem alınmış?
Onu mu soruyorsun. Annem seni sürükleyerek yatak odasına götürdü, pantolonunu çıkarmaya çalıştığında,
Bayan, lütfen beni yalnız bırakın, ben evli bir adamım' dedin