HOŞGELDİNİZ

Merhaba,
Sayfama hoşgeldiniz.
Merak edip bir uğradığınız için teşekkür ederim.
"Yok, sadece uğramadım, abonesiyim" diyorsanız ona daha çok teşekkür ederim:)
İnternet dünyasında benim de bir yerim olsun istedim.
Ben burda sadece çok beğendiğim dokümanları ve çok güldüğüm fıkraları yayınlıyorum. Henüz hiç bir konuda yorum yapmıyorum. Şimdilik...
Genelde kaynak veya yazar mutlaka belirttim. Şayet belirtmemişsem ya çok tedavülde olan bir yazıdır ya da bana aittir. Ortak özelliklerinden biri benim beğenmiş ve fikren yakın bulmuş olmamdır. Bir de derleme amaçlıdır. İstediğimiz zaman ulaşabileceğimiz bir kaynak yaratmak. Yok mu buna benzer kaynaklar? Tabiki var. Bu sayfanın ayrıcalığı bana ait olmasıdır. İlginize teşekkür ederim.
Not1:Şahsıma yorum, eleştiri, tavsiye bildirmek veya doküman göndermek isterseniz saselzeta@gmail.com adresine iletebilirsiniz.
Not2:Ayrıca yazıların altında "yorum" linkleri bulunuyor. İsterseniz yorum da yapabilirsiniz.

10 Aralık 2009

İki Tenorun Gerçek Hikayesi



HISTÓRIA REAL DE DOIS MÚSICOS

Hikayeyi bilen çok azdır…

Şarkı söyleyerek milyonları büyüleyen üç tenordan ikisinin hikayesi bu!

İspanya’ya gitmemiş olsanız bile, “Katalanlar”ile “Madrilenler” arasındaki düşmanlığı duymuşsunuzdur. Madrit merkezli idare edilen bir İspanya’da, Katalan’ların neden bağımsızlık için mücadele ettiği konusunda da bir şeyler duymuşsunuzdur.

Şöyle başlayalım…

Placido DOMINGO Madrilen’dir.

Jose CARRERAS Katalan’dır.

1984 te, politik ayrılıklar nedeni ile CARRERAS ve DOMINGO düşman oldular!


Çağrıldıkları tüm konserlerde, dünyanın neresinde olursa olsun, ikisi de sözleşmelerinde muhatapları da davetli ise konsere çıkmayacaklarına dair şart koşarlardı!

1978 de, Jose CARRERAS’ın karşısına Placido DOMINGO’dan çok daha yaman bir düşman çıktı.!Bazı tetkikler sonucu, lösemiye yakalandığını öğrendi. Kansere karşı savaş zordu. Yıllarca süren tedaviler, kemik iliğinin, kanın değişimi, onun her ay Amerika’ya gitmesini gerektiriyordu.Çalışması zorlaşmıştı.

Büyük bir serveti olmasına rağmen hastalığının korkunç maliyetleri altında, ekonomik olarak çok güç durumda kalmıştı.

Tam sıfırı tüketmişti ki, bir dostu, ona Madritte kurulan ve lösemi hastalarını ücretsiz tedavi eden bir dernekten bahsetti. İşte “FORMOZA” adındaki bu dernek sayesinde, CARRERAS zaman içinde hastalığını yendi ve şarkı söylemeye devam etti.!!!

Tekrar, layık olduğu şekilde, büyük paralar kazanmaya başlamıştı. Derneğin bağışçılarından olmaya karar verdi! Derneğin kuruluş tüzüğüne baktığında, Kurucusu ve başkanının Placido DOMINGO olduğunu büyük bir şaşkınlıkla öğrendi!!!

Hemen arkasından, DOMINGO’nun derneği ona yardım etmek için kurduğunu ve baş düşmanının bu yardımını kabul etmeyeceğini bildiğinden, özellikle bunun gizli tutulmasını istediğini öğrendi!!!!!!

Hikayenin en can alıcı noktası, iki devin karşılaşması oldu! Placido DOMINGO’nun Madritteki bir konseri sırasında, Jose CARRERAS herkese parmak ısırttı!!.

Konseri bölerek sahneye çıktı, düşmanının önünde diz çökerek milyonların önünde bu asil davranışı için kendisine teşekkür etti!

Placido DOMINGO, onun yerden kalkmasına yardım ederek kucaklayınca, bambaşka sıcaklıkta bir arkadaşlığın ilk tohumları atılmış oldu!!!

Uzun zaman sonra, bir gazeteci DOMINGO’ya sordu:

«Baş düşmanınıza yardım ettiğinizi bile bile, rakibinizi kurtarıp karşınızda rekabete çıkaracak “FORMOZA”, derneğini neden kurdunuz?

Cevap hızlı ve kesindi!:

“Çünkü onunki gibi bir sesin yok olmaması gerekirdi!”

Duyarlı insanlar olarak, hepimiz için parlak bir örnektir bu!!!


Materyalist Avukatlar

Çok havalı ve zengin bir avukat, yeni aldığı lüks spor arabasını ofisinin önüne park eder. Ofisteki arkadaşlarına nasıl gösteriş yapacağını düşünür ama bulamaz. Neyse der arabadan inmek için kapıyı açar. Bu sırada yoldan hızla geçen bir kamyon açık kapıyı kopartır atar. Avukat derhal polisi arar. Bir dakika içinde polis olay yerine gelir. Fakat daha tek bir soru sormasına bile fırsat bırakmadan avukat haykırmaya başlar.
- Daha dün aldığım süper lüks arabam mahvoldu. Şimdi kaportacı ne kadar ince iş görse de eskisi gibi olmayacaktır. O kamyonun sürücüsü derhal bulunmalı ve yaptığı hasar ona mutlaka ödettirilmeli... Avukat kızgın ve öfkeli şikayetini nihayet bitirir. Polis bıkkın bir şekilde başını sallar ve adamla konuşmaya başlar:
- Siz avukatların bu kadar materyalist olmalarını bir türlü anlayamıyorum. Sahip olduğunuz şeylere öyle bağlanıyorsunuz ki, başka bir şeyi gözünüz görmüyor.
- Nasıl söylersin böyle bir şeyi? Diye bağırır adam polise. Polis adama acıyarak ve küçümseyerek bakar.
- Kazada sol kolun dirseğinin altından kopmuş, görmüyor musun? Sen burada durmuş bana kaportacıdan bahsediyorsun. Adam bunu duyar duymaz panikler ve bağırmaya başlar:
- Aman Allah’ım! Rolex''im de gitmiş.

Araplarda Kadına Nasıl İsim Konulur..?

Ahmet Durmaz benim Urfalı bir dostumdur, kendisi ile çeşitli konularda çok güzel sohbetlerimiz olur, Ankara'ya geldiği zaman ziyaretime gelir. Kendisine google derim çünkü yanıtlayamayacağı soru yoktur. Okuma konusunda da bir kitap kurdudur ve hayatı da kör olma dışında biraz Eric Hoffere benzer.
Ahmet Durmaz dostum diyor ki, sorun yalnız kadını örtmek veya açmak değil, sorun kimlik ve kişilik sorunudur, örtünme, peçe bunların yanında zurnanın son deliğidir. Bu ifadesini şu sözlerle delillendiriyor Araplarda kadınların adları yoktur.
Kadınlara ya numara, ya da tip ve fizyolojik görünümlerine göre bir takım sıfatlar verilir.

Örnekler:

Elif: Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda Arap rakamlarında bir rakamını ifade eder.
Saniye: Sani Arapça iki demektir doğan ikinci kıza Saniye adı verilir (eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse 'Sultan Mahmud-u Sani.. Yani İkinci Mahmut')
Tılte: Telat veya Türkçede selaseden türemedir. 3. demektir. Bu isim Anadoluda pek görülmez ama Harran’da Araplarda çok bulunur.

Raba: Arapçada dörttür. Rabia dördüncü demektir. Anadolu’da yaygın bir addır, geçmişte çile çekmiş bir İslam kadının adıdır.
Hamse: Arapça beş demektir Bu isim Harran yöresi Arapları dışında Anadoluda pek bulunmaz.
Sitte: Harranda yaygın bir isim olan Sitte Arapça altı demektir.
Sabe: Arapça yedi demektir, bu kelime çok değişiklik geçirmiş Sabiha olmuş, İbrahim Tatlıses Sabuha ifadesi ile kullanmıştır.

Sevgili Ahmet Durmaz sekiz ve dokuz rakamı ile ilgili isim var mıydı bilmiyor. Ama yediden sonra Arapların Yazi ismini koyduklarını söylüyor bu yeter anlamına geliyormuş.

Dostumun bilgilendirme mektubu şöyle devam ediyor;
Her zaman ilk doğan kıza Elif adı konmaz. Bazen de Ayşe adını koyarlar. Eve ilk gelen kıza evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için Ayşe adı konulur. Bazen aş pişirme beklendiği için Avvaş adı konulur.
Erken doğan prematüre kıza Hadice adı verilir. Hadice Arapçada erken doğmuş prematür kız anlamına gelir.
Çelimsiz ve ufak tefek doğan kızlara Fatma adı verilir. Fatma Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına gelir.
Koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen Semra adı verilir.
Biraz açık renkli ise aydınlık açık anlamına gelen Zehra adı verilir.
İyice beyaz ise Beyza adı verilir.

Bu bilgilerin ışığında hakikaten kadının Arabistan’da veya Araplarda kimlik ve kişilik sorunlarının örtünme, peçe ve çarşafa girmeden daha öncelikli olduğu düşünülebilir.


Anadolu’da kadın numaralandırılmaz ve sıfatla çağırılmaz.

Türklerde ve Anadolu’da kadın bir şahsiyettir, bir kimliğe sahiptir.
Hanım ağadır, hanım efendidir, kraliçedir, tanrıçadır.
Arap kültürünün ikinci plana ittiği numaralı veya sıfatlı bir nesne değildir.
Bu bilgilerin, Arap yaşamına ve tarzına özenen kadınlarımız tarafından da gözden geçirilmesini dilerim.
Türk gibi yaşamak, Anadolu kültürü ile yaşamak, kadın kişiliği ve onuru için önemli bir merhaledir.


kaynak: http://blog.haberturk.com/shy/yaziD.asp?kul_ID=48903&K_A=shy&yID=109055&kID=36&hT=1b

"Lavoisier'' nin Kellesi


Kimya biliminin dehası Lavoisier'in, asıl eğitimi hukuk idi ve Paris Barosu'' na kayıtlı bir avukattı.

Bilimsel gözlem ve yorum üzerine yaptığı konuşmaları ile ünü bütün dünyaya yayılmıştı.

Kimya bilimini reddeden yobazların kafasını gösterip
"Bu kelleler hiçbir işe
yaramaz" dediği için tutuklandı.

Aynı gün yargılanıp ölüme mahkum edildi.


Lavoisier, matematikçi Lagrange'ı çağırdı. "Kellem giyotinden sepete düştüğünde gözlerime bak;
Eğer iki kere kırpıyorsam bil ki, insan kafası kesildikten sonra beyninin bir süre daha düşünmekte olduğunu anlarız."



Lavoisier'in kafası kesildikten sonra sepete düştü ve gülerek iki kere göz kırptı..


Matematikçi Lagrange diyor ki, "Lavoisier'in son saniyedeki ispat arayışı, bilimselliğin yüzyıllar boyunca yanacak meşalesidir. Ama o yobaz kafalar ufunet üretmek için asırlarca karanlıkta sürüneceklerdir..."

http://tr.wikipedia.org/wiki/Lavoisier

Odaklanmak

PROBLEMLERE ODAKLANMAK ile ÇÖZÜMLERE ODAKLANMAK arasındaki fark:

Durum 1: NASA uzaya astronot gönderdiğinde tükenmez kalemlerin yer çekimi olmayan ortamda çalışmadığını fark etti (yerçekimi olmadığı için mürekkep kağıdın üzerine akmıyordu).
Çözüm 1:
Bu problemin çözümü NASA'ya ilave 12 milyon dolara mal oldu. Öyle bir tükenmez kalem ürettiler ki bu kalem yerçekimsiz ortamda, yukarı yönde, suyun altında ve sıfırın altında 300 C 'ye kadar olan sıcaklıklarda yazı yazmaya olanak sağlıyordu.
Çözüm 2: Peki Ruslar ne yaptı...?? Kurşun kalem kullandılar. )


Durum 2:
Japon yönetim sistemindeki en hatırda kalır çalışmalardan bir tanesi Japonya'daki en büyük kozmetik firmalarından birinde yaşanan boş sabun kutusu problemidir. Müşterilerden birisi firmaya, aldığı sabun kutusunun boş olduğu konusunda şikayette bulunmuştur. Yetkililer hemen, üretilip paketlenen sabun kutularını sevkiyat birimine gönderen hattı izole ettiler. Bu sırada bir şekilde bir sabun kutusunun hattan içi boş şekilde geçtiği tespit edildi. Yönetim, mühendislerine problemi çözmesi için talimat verdi..

Çözüm 1:
Mühendisler iki kişi tarafından kullanılan yüksek çözünürlükte bir X-ışını cihazı tasarlamak için ciddi uğraş verdiler. Bu sayede hattan geçen bütün sabun kutuları izlenebilecek ve boş olmadıklarından emin olunacaktı.
Çözüm 2:
Küçük bir şirketteki sıradan bir isçi aynı problemle karşılaştığında, X-ışını vb karmaşık şeylerle uğraşmadı, onun yerine farklı bir yol buldu. Güçlü endüstriyel bir elektrikli vantilatör alarak hatta doğru yöneltti. Vantilatörü açtığı anda dolu olan kutular hattan geçerken boş olanlar hattın dışına doğru savruldu.


Buradan çıkarılacak dersler


- Her zaman basit çözümler arayın
- Problemleri çözmek için mümkün olan en basit çözümü tasarlayın
- Her zaman çözüme odaklanın.

40 Yaş Öğütleri

82 yaşındaki Betûl Mardin’den Nalân Apa’ya 40 yaş öğütleri

1. Her sabah spor yapacaksın. Günaşırı filan değil evladım. Her sabah.

2. Hep çalışacaksın. Üreteceksin. Beynin meşgul olacak, hep koşturman gereken işler olacak.

3. Günceli takip edeceksin. Haber izle, dergi, kitap, gazete oku. Gündemi yakala. Her konuda kendini “update” et. Yeni çıkan kitapları da bil, yeni açılan lokantaları da, bu sene moda olan renkleri de.

4. Evlilik ise şart değil, kafanı takma. Gerekli de değil. Hatta şöyle söyleyeyim: One problem less! (Bir problem eksik!)

5. Çocuk meselesine gelince... Ha işte, burada akan sular duruyor. Yapabiliyorsan yap. Birini bu kadar çok sevmek, onun sorumluluğunu taşımak sadece onu değil, seni de mutlu eder. Doğurmayacaksan, evlat edin. O zaman da senin çocuğun değişen bir şey yok. Evlat edinmeyeceksen de, manevi çocuğun olsun, birini okut, geleceğini şekillendirmesine yardımcı ol.

6. Günde bir kere et ye. Mutlaka her öğün sebze ve meyve ye. Kusura bakma, ben tatlı severim. Tatlıdan uzak dur diyemeyeceğim!

7. Ölümden sonra yaşamak istiyorsan, günlük tut. O küçük notlar, hem kendi hayatının tanıklığı, hem de yarına kalan bir bilgi kaynağı. Mesele benim babam, hiç üşünmeden 60 sene boyunca her gün Ece Ajanda’sına o gün olanları yazmış. Hâlâ açıp okuyorum ve çok faydalanıyorum.

8. Olumlu olacaksın.

9. Bazı şeyleri kabul edeceksin: Bütün kadınların seni sevmesine imkân yok! Demek ki bazı kadınlara dikkat edeceksin.

10. Erkeklere gelince, aynı anda birkaçını sevmeyeceksin. Ama onların böyle bir yeteneği olduğunu bileceksin!!!

AYŞE ARMAN

Cibilliyet

Marcus Tullius Cicero




Acaba, Marcus Tullius Cicero (M.Ö.106-M.Ö.43), Romalı devlet adamı, hukukçu, düşünür, şu anda kimleri tarif ediyor? Mustafa Kemal Atatürk, Gençliğe Hitabında aynı konuya değinmişti. Ama sanırım anlamamışız.

29 Kasım 2009

Eski Türkler ve Çam Süsleme


İstediğiniz kadar anlatın, kalıplanmış kafalara bunu anlatmak kabil değil. ÇAM SÜSLEME GELENEĞİ Hıristiyanları n İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır. Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor. Bayramın adı NARDUGAN (nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş. Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş
ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş. Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş. Bu yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok. "Doğum, güneşin yeniden doğuşu"

Sümerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ

Değer, Anlayana Değerdir

Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin

seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip

iri bir nesne verip: "Oğlum" der, "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç

para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan

sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.

Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar.

İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar .

Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir;

sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der.

İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği

neneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.

Üçüncü defa bir semerciye gidir: Semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu der

"benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna

bir on lira veririm."

En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce

yerinden fırlar. "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden

buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira

istiyorsun?" Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm."

Öğrenci, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar;

"Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim."

Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini

istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.

Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi

karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki

nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer

tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler..

Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından

geçen macerasını anlatır.

Bilge sorar: "Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?"

Öğrenci: "Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum,

kafam karmakarışık" diye cevap verir.

Bilge hoca cevap verir:

"Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini

bilen anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir."

Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden

kuyumcular mutlaka vardır.

Mesele kuyumcuyu bulmaktadır...