HOŞGELDİNİZ

Merhaba,
Sayfama hoşgeldiniz.
Merak edip bir uğradığınız için teşekkür ederim.
"Yok, sadece uğramadım, abonesiyim" diyorsanız ona daha çok teşekkür ederim:)
İnternet dünyasında benim de bir yerim olsun istedim.
Ben burda sadece çok beğendiğim dokümanları ve çok güldüğüm fıkraları yayınlıyorum. Henüz hiç bir konuda yorum yapmıyorum. Şimdilik...
Genelde kaynak veya yazar mutlaka belirttim. Şayet belirtmemişsem ya çok tedavülde olan bir yazıdır ya da bana aittir. Ortak özelliklerinden biri benim beğenmiş ve fikren yakın bulmuş olmamdır. Bir de derleme amaçlıdır. İstediğimiz zaman ulaşabileceğimiz bir kaynak yaratmak. Yok mu buna benzer kaynaklar? Tabiki var. Bu sayfanın ayrıcalığı bana ait olmasıdır. İlginize teşekkür ederim.
Not1:Şahsıma yorum, eleştiri, tavsiye bildirmek veya doküman göndermek isterseniz saselzeta@gmail.com adresine iletebilirsiniz.
Not2:Ayrıca yazıların altında "yorum" linkleri bulunuyor. İsterseniz yorum da yapabilirsiniz.

29 Ekim 2008

Mustafa Kemal Gibi düşünmek!..

Büyük Atatürk'ün önderliginde Yüce Türk Milleti'nin kanı, canı ve sonsuz emekleriyle kurulan Cumhuriyet'imizin 85. yıldönümünde, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ü, silah arkadaşlarını, kahraman şehitlerimizi ve gazilerimizi gönül borcu ve şükran duygularıyla anıyor,

Cumhuriyet Bayramınızı içtenlikle kutluyorum.

Saygılarımla.


CUMHURİYET'İN 85. YILI ONURUNA BİR KEZ DAHA HATIRLAYALIM.

Mustafa Kemal Gibi Düşünmek!..

Tarih, 18 Mayıs 2002... Yer, İtalya'nın Perugia kenti... Genç Türk işadamı Utku Oğuz, bilgisayarında kayıtlı son Atatürk fotoğrafını projeksiyon makinesinin aydınlattığı duvara yansıtıp sözlerini tamamladı:

—İşte, Anadolu aydınlanmasının temeli olan Türk Devrimi budur... Perugia'nin önde gelen kişilerinin oluşturduğu Felsefe ve Tarih Kulübü'nün üyeleri ve konuklar büyük bir coşkuyla alkışladılar genç adamı. Genç adam da bir saatlik “1918 – 1939 arası Türkiye ve Atatürk Reformları” konferansının gördüğü ilgiden mutlu, biraz da şaşkındı! Kulübün başkan yardımcısı İtalyan dostu bir süre önce, "Şu hayranı olduğun ve her karşılaşmamızda bana anlatıp durduğun Atatürk'ü bizim kulüp üyelerine de anlatır mısın?” dediğinde hiç tereddütsüz kabul etmiş, ama böylesine yoğun bir ilgi ve heyecanla karşılanacağını düşünmemişti... Ama Utku Oğuz için o 18 Mayıs gecesini asla unutulmayacak kılan yorum, orada konuk olarak bulunan yaşlı bir Norveçliden geldi:

— Norveç dilinde “Mustafa Kemal gibi düşünmek” diye bir deyim vardır... Herhangi bir problem karşısında, çözümü imkansız olduğu düşüncesiyle hemen kestirmeden teslim olma eğiliminde olan, ne yapıp edip bir çözüm üretmek için yaratıcılığını zorlama zahmetine katlanmak istemeyen ruh ve zihin tembeli kişilere söylenir bu söz... Bu tip insanlara derhal,

“Hayır, yanılıyorsun bu problemin mutlaka bir çözümü olmalı, biraz da Mustafa Kemal gibi düşün” deriz... Ancak sizin bu geceki sunuşunuzdan sonra bu sözün arkasındaki anlamı çok daha derin bir şekilde kavramış durumdayım; bu güzel fotoğraflar eşliğinde yaptığınız sunumunuz bana bu yaşımda bir şey daha öğretti; yani benim anadilim olan Norveççe'ye yerleşmiş olan eski bir deyimin arkasındaki gerçek ve derin anlamı!.. Size bunun için minnettarım...

Yalnızca bir saatlik bir konferans olarak planlanan gece ancak 19 Mayısın ilk saatlerinde sona erebildi. Saatlerce süren tartışma ve yorumlar ise şu ortak yargıyla sonuçlandı:

—Atatürk Devrimleri bütün ülkelere uygulanabilecek evrensel bir reçetedir...

Zira din ve etnik ayrım temellerine dayanmayan çağdaş devlet modeli ne kadar çok ülkede uygulanırsa, dünya o kadar daha huzur ve barış içinde bir yer olacaktır...


23 Ekim 2008

KÜÇÜK KIZ

Bülent, avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam, görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu. 'Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor, belki benden daha zengindir' diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı, birde sinirlenmişti. Alaycı bir ses tonuyla:
Ekmek parası mı istiyorsun? diye sordu.
Hayır, çikolata parası lazım! Bülent'in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor diye düşündü.

— Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?
Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da bulamadıysak aç yatarız. Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.
Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?
Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim.
Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stand-up' çı mısın?
Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata götürmek istiyorum.
Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.

O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.
Adamın söyledikleri Bülent'in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu
rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı. Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı. 'Acaba söyledikleri gerçek mi, yoksa uyduruyor mu' diye düşündü.
Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi? Bülent'in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.
Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım. Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.
Oturun biraz dertleşelim bari dedi. Adam çekingen çekingen oturdu yanına.
Yok mu eşin dostun, borç alacak akraban?
Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.
Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını?
Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.
Hımmmm. Aşk hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.
Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.
Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.
Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.
Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarpıp çıktım. Evimiz, arabamız, işimiz, gücümüz, her şeyimiz var, ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok, ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?
Hiçbir şeyim yok mu? Hayır, benim her şeyim var. Benim karım her şeyim. Sevgilim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev, araba, iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.
Öyle deme, şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikâyet ediyor. Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?
Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu, her gün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.
Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu?
Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.
Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?
Küçük kızı severek.
Küçük kız mı? Hangi küçük kız?
Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutlu edersen, o kadını da o kadar mutlu edersin.
Nasıl yani?
Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?
Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır 'babacığım beni ne kadar seviyorsun?' diye sorar. Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda 'Baba güzel olmuş muyum?'diye sorar durur. Güzelsin dememde yetmez ona. ' Harikasın prenses gibi olmuşsun' demeliyim. Dünyanın en güzel kızı demeliyim.
İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen, doksan yıl da yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona 'bebeğim' diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. 'Bebeğim bana bir çay yapar mısın?' dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.
Hiç kavga etmez misiniz siz?
Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.
Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.
Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En ciddi ya da en yaşlı kadının bile içinde o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.
Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.
Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.
Haklısın da bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.
Yine para, yine dış sebepler. Evet, para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu.Adam ayağa kalktı.
Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sen de git evine küçük kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.
Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.
Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.
Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.
Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım, dedi. Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla, bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu. Bülent de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı. Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı, sonra eşinin önüne koydu.
Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri, dedi. İnci hiç konuşmadı.
Sorsana 'niye' diye İnci kızgın kızgın:
Niye? Diye sordu.
Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek, dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. İnci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.
Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.
Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. 'bak senin sevdiğin meyveleri aldım' Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü alamazsın.
Özür dilerim seni kırdığım için. Sonra Bülent yere diz çöktü.
Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme.
Bülent yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu. İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.
Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin, dedi. Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü.

Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü.

Papağan :))

Adam kendisi için aldığı viagraların papağanı tarafından yutulmuş olduğunu fark eder.

Papağanı ateş basmıştır.
Adam sinirlenerek 'Ateşi düşsün, soğusun' diye buzluğa atar papağanı..
4 saat sonra buzluğu açıp papağana bakan adam,

papağanın hala ter içinde olduğunu görür ve şaşırır.
- Ne oldu sana? Niye terledin? Saatlerdir buzluktasın?
- Lan, bu donmuş tavukların, donmuş bacaklarını hiç ayırmaya çalıştın mı sen?

Zübeyde Ana_1922

Yıl 1922. 14 Ocak gece yarısı. Mustafa Kemal’in özel treni Eskişehir’e doğru gidiyor.
Bu yolculuk bir kamuoyu yolculuğu olacak ve Gazi, savaş sonrası Anadolu’sunda bazı şehirlerin nabzını yoklaya yoklaya İzmir’e gidip annesini görecek. Ve Latife’yi.
Ama o gece çok sıkıntısı var Mustafa Kemal’in ve bir türlü uyku tutturamıyor.
Ali Çavuş kompartımanın kapısı önünde sigara üstüne sigara içiyor.
Kapıya dayanmış karanlığı seyrederken bir yandan da kendi kendine mırıldanıp duruyor.
“Bu işin bu kadar çabuk oluvereceğini hiç düşünmedim. İşte, sonunda şifreli telgraf geldi.
Zübeyde anamızı yitirdik. Peki, ne duruyorum. İçeri girip onu uyandırmalıyım. Ama işe bak, giremiyorum. Kıyamıyorum paşama. Nasıl derim ki: ‘Anamız öldü paşam!’ diyemem.
Onun yüreği anası için atar. Hep söyler. Vatanı kurtarmakla anasını kurtarmak aynı anlama gelir onun için. Kapıyı açsam, telgrafı uzatsam, ‘Paşam sen sağ ol’ desem.. ‘Eyvah demez mi?’
‘Koca vatanı kurtardım ama anamı kurtaramadım demez mi?"
Ali Çavuş, anlattığına göre birden yerinden sıçramış. İçeriden bir ses geliyor. Mustafa Kemal sesleniyor. Çavuş kompartıman kapısını açıp selam duruyor:
“Emret Paşam”. Mustafa Kemal yatağa oturmuş soruyor telaş ile:
“Ne demeye kapıda bekliyorsun sen?”
“Uyku tutturamadım da Paşam”
“Annemden bir haber var mı?”
“Az önce bir telgraf geldi dediler, şifreyi çözünce size sunacaklar.”
“Boşuna kıvranma Ali, benden de saklamaya çalışma. Ben haberi aldım.”
Ali Çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya çalışıyor ve merakla soruyor:
“Ne olan, ne haber aldın ki paşam? Hayır haber inşallah.”
Mustafa Kemal usul usul anlatıyor.
“Az önce dalmışım, rüyamda yeşil bir ovada anamla el ele geziniyorduk. Hep olduğu gibi bana bir şeyler anlatıyordu. Birden bir fırtına çıktı. Bir sel bastırdı, anamızı aldı götürdü. Hiç bir şey yapamadım. Hiç, hiç!..”
Çavuşu bir titremedir almıştı. Derken... Mustafa Kemal emri verdi:
“Çocuk! Al getir şu telgrafı, hemen!”
Ali Çavuş kompartımandan çıkar çıkmaz, çözümü getiren görevliyle karşılaştı.
“Ver onu” dedi. “Paşamız bekliyor.”
Kağıdı aldı, içeri girdi, selam durdu ve: “Sen sağol paşam” dedi. “Millet sağ olsun.”
Gözünden iri bir damla gözyaşı akıvermişti.
Ali Çavuş “Ağlama paşam” diye yalvardı.
“Neden? Ben insan değil miyim? Anam öldü. Ben buna ağlarım. Ama Anavatan kurtuldu. Bununla da teselli bulurum. Benim için ikisi bir.”
İşte ben bunun için:
‘Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini’ diye cevap vermedim mi Namık Kemal’e?
Birden Mustafa Kemal ile Ali Çavuş birbirlerine sarıldılar ve açık açık, hıçkırıklarla, içli içli ağlıyorlardı....
ANILARDAN…

İmam zekâsı :))

Köyün birine hırsız dadanmış. Özellikle ayakkabılara meraklı..
Cemaat camiye girip namaza durunca, bulduğu ayakkabıları torbasına doldurup kayboluyor...
Sonunda köylü pusuya yatmış, hırsızı, torbası elinde kıskıvrak yakalamış. Köy heyeti toplanmış... Hırsıza ne ceza verelim, nasıl etkisizleştirelim... Derken birisi öneri getirmiş:
- En iyisi imam yapıp önümüze geçirmek. Böylece gözümüzün önünde olur, hırsızlık yapamaz...
Köylünün aklı bu işe yatmış, adamı imam yapmışlar...
Aradan yıllar geçmiş. Gurbete çıkan bir köylü dönüşte hırsız imamın neler yaptığını, hırsızlığın bitip bitmediğini sormuş. Demişler ki:
- Herif imamlığa devam ediyor, hırsızlık yapmıyor...
- Demek sorun çözümlendi?
- Yok canım... Birkaç adam tuttu. Hırsızlığı onlara yaptırıyor. Kendisi de 'Hırsızlık günahtır, sakın çalmayın' diye vaaz veriyor..

Şehit Anası

ATATÜRK'ÜN BİR ANISI! KEYİFLE VE DUYGULANARAK OKUYACAKSINIZ..

Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladı.
Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
— Merhaba nine.
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
— Merhaba dedi.
— Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp,
— Neden sordun ki, dedi. Buraların saabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
— Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır.
Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.
— Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
— Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
— Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyem diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
— Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti.
— Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyem ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi.
Bana dönerek,
— Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.
İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
— Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
'Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. ( 'Ananı da al git' diyenler var artık zamanımızda )
Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun.'

Süprizzz :)))

Bir gün bir kıza aşık olmuş. Evlenmeleri kesinleştiğinde "karım benim bu halime katlanamaz" deyip fasulye yemekten vazgeçmiş.

Evlendikten bir kaç ay sonra işten eve gelirken yolda arabası arızalanmış. Kasabada yaşadıkları için evi arayıp yürümek zorunda olduğunu ve geç gelebileceğini söyleyip telefonu kapatmış. Yolun üzerinde bulunan bir cafe'nin yanından geçerken fırında fasulye kokusu etrafını sarmış.
Yolunun uzun olduğunu ve fasulye yese bile etkisinin eve varıncaya kadar geçeceğini düşünmüş. İçeri girmiş çıkana kadar üç büyük porsiyon yemiş.

Tüm yol boyunca "pıt-put,zırt-zurt" atarak eve gelmiş. Karısı onu kapıda karşılamış ve heyecanla "sevgilim sana akşam yemeğine en güzel sürprizi hazırladım" demiş ve gözlerini bağlamış. Adamı masanın başına oturtup bandı açmaması için söz almış. Bu sırada adam içinden bir tane daha geldiğini fark etmiş. Tam karısı gözündeki bandı çıkaracakmış ki telefon çalmış.
Kadın gidip telefona bakmış. Karısı gittiği için adam fırsat bu fırsat deyip ağırlığını bir bacağına verip salmış. Sadece gürültülü çıktığı ile kalmamış, bozuk yumurta gibi de kokmuş. Adam bir süre nefes alma zorluğu çekmiş ve etrafındaki havayı dağıtmak için peçeteyi kullanmış. Tam rahatladım derken yeni bir tane daha gelmiş. Ayağını kaldırıp "trrrıııpppp" diye salmış. Bu seferki hakikaten kocaman bir şeymiş. Camlar zıngırdayıp, masadaki tabaklar yerinden oynamış ve bir dakika sonra masadaki çiçekler solmuş. Karısının hala telefonla konuşup konuşmadığına kulak kabartmış ve söz verdiği üzere gözündeki bandı hiç çıkarmamış.
Neyse ki karısı konuşmaya devam ediyormuş. Adam on dakika boyunca hep böyle salıp peçeteyle kokuyu uzaklaştırmış. Telefondaki "bye-bye" lardan konuşmanın bitmeye yakın olduğunu anlayınca peçeteyi düzgün bir şekilde dürüp kucağına bırakmış ve ellerini üzerine koymuş. Karısı geri döndüğünde tam bir masumiyet tablosu çizip memnun bir şekilde gülümsüyormuş. Karısı uzun konuşmadan ötürü özür dilemiş ve gözündeki bandı açıp açmadığını sormuş. Açmadığına dair söz alınca "sürpriz" diye haykırmış ve adamın gözlerini açmış.

Adam dehşetle doğum günü partisi için masanın etrafına oturmuş olan oniki kişiyi görmüş.

Soyadı Nesin

“1934 yılında soyadı kanunu çıktı. Her Türk kendine bir soyadı alacaktı. Herkes kendisine soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı. Dünyanın en cimrileri 'eli açık' dünyanın en korkakları 'yürekli' dünyanın en tembelleri 'çalışkan' gibi soyadları aldılar. Bir mektup yazabilecek zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine 'çevikel' soyadının almıştı. Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılığı anlatan soyadlarını kapışıyorlardı. Her türlü yağmada hep sona kaldığım için güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime 'nesin' soyadını aldım. Herkes 'nesin' diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim.”
Aziz Nesin

Çiçeğin Peşinde

Kocam bir mühendisti. Onunla sakin tabiatını sevdiğim için evlenmiştim. Bu sakin adamın göğsüne başımı koymak içimi nasıl da ısıtırdı…Gel gör ki iki yıl nişanlılık ve beş yıl evlilikten sonra bu sâkinlik beni yormaya başlamıştı. Eşimin -bir zamanlar çok sevdiğim bu özelliği artık beni huzursuz ediyordu.
İş ilişkiye gelince oldukça içli, hattâ aşırı hassas bir kadınım. Romantik anlara, küçük bir çocuğun şekere düşkünlüğü gibi can atıyorum. Oysa kocamın sakinliği, başka bir deyişle vurdumduymazlığı,
evliliğimize romantizm katmaması beni aşktan almış, uzaklaştırmıştı.Sonunda kararımı ona da açıkladım: boşanmak istiyordum. Şaşkınlıktan gözleri açılarak 'niye?' diye sordu. 'Gerçekten belli bir sebebi yok' dedim, 'sadece yoruldum.' Bütün gece ağzını bıçak açmadı. Düşünüyordu. Bu hâli ise hayal kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu: işte, sıkıntısını dışarı vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim. Ondan ne bekleyebilirdim ki! Sonunda sordu: 'seni caydırmak için ne yapabilirim?'
Demek ki söyledikleri doğruydu: insanların mizacı asla değiştirilemiyordu. Son inanç kırıntılarım da kaybolmuştu. 'İşte mesele tam da bu' dedim. 'Sorunun cevabını kendin bulup kalbimi
ikna edebilirsen kararımdan vazgeçebilirim.' 'Diyelim dağın tepesinde bir uçurum kenarında bir çiçek var. O çiçeği benim için koparmak, düşüp vücudunun bütün kemiklerinin kırılmasına, hattâ ölümüne mâl'olacak. Bunu benim için yapar mısın?' Yüzümü dikkatle inceledi ve 'Sana bunun cevabını yarın vereceğim' dedi. Bu cevapla son ümidim de yok olmuştu. Ertesi sabah uyandığımda evde yoktu. Boş bir süt şişesini mutfak masasının üzerine koymuş, altına da bir not bırakmıştı.
'Sevgilim' diye başlıyordu, 'O çiçeği senin için koparmazdım' Kalbim yine kırılmıştı. Okumaya devam ettim. 'Çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var.' 'Anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden önce eve varabilmem üzere koşmam gerektiğinden bacaklarıma ihtiyacım var.' 'Arabayı kullanmayı çok sevdiğin halde şehirde hep yolu kaybettiğinden, yolu gösterebilmem için gözlerime ihtiyacım var.' 'ın her ayki ziyaretinde sebep olduğu, karnındaki
krampları rahatlatabilmem için avuçlarıma ihtiyacım var.' 'Evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmem için
ağzıma ihtiyacım var.' 'Sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması
kaçınılmaz olduğundan, yaşlandığımızda tırnaklarını kesebilmem, saçlarında -görülmesini istemediğin- beyaz telleri ayıklayabilmem, merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin - gençliğinde senin yüzünün rengi gibi olduğunu söyleyebilmem için gözlerime ihtiyacım var.'
'Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip, o çiçeği senin için koparırım bir tanem.' Baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer yer dağılıyordu. Gözyaşlarım mektuba düşüyordu.
'Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lütfen kapıyı aç canım. Çok sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle kapıda bekliyorum.' Koşarak kapıyı açtım. Endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıca tuttuğu susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi.Artık çok iyi biliyordum; beni ondan daha çok kimse sevemezdi. O
çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya karar verdim.
Bu gerçek aşktı.İlk yıllardaki heyecanlar içinde görmeye alıştığımız aşkın, seneler sonra o heyecanlar kaybolup gittiğinde, huzur ve durgunluk içinde de hep var olmaya devam ettiğini göremeyebiliyoruz.

Oysa aşk hep vardır. Belki artık heyecansız, belki artık romantik değil... Belki sıkıcı, tekdüze, hatta belki yüzsüz... Ama hep oralarda bir yerdedir.
Çiçekler ve romantik dakikalar ilişkinin başlaması için elbette gereklidir. Bir zaman sonra bunlar gitse de gerçek aşkın sütunu ebedi kalır.Hayat tam da böyle bir şeydir.

22 Ekim 2008

Doğa Derneğinden


Doğa Derneği ve Atlas Dergisi Tuz Gölü’ne sadakat yolculuğu düzenleyerek yanlış su politikaları nedeni ile oluşan susuzluğa tepki gösterdi. Ankara, İstanbul, Konya ve çevre ilçelerden katılan 300’den çok Doğa Derneği gönüllüsü kurumuş göl tabanına uzanarak bedenleriyle “İmdat!” yazdı.
Ayrıntı için adres: www.dogadernegi.org

21 Ekim 2008

Adalet YILMAZ

Yaşlı kadın yatağından kalktı. Sabah ezanının insan ruhuna huzur veren sesi oda içinde yankılanıyordu. 88 yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle pencereye doğru yöneldi. Pencereyi açması ile birlikte odaya ezan sesi ile birlikte baharın güzel kokusu ve kuş cıvıltıları doluştu. Penceresinden gözüken Kurtuluş Parkına bakarak yaşlı ciğerlerine sabahın ılık esintisi ile doldurdu. Abdestini aldı, sabah namazını kıldı. Mutfağa yöneldi. Çayla birlikte bir iki lokma bir şeyler atıştırdı. Oturma odasına yöneldi.

Eski bir fiskos masasının yanındaki koltuğuna ilişti. Masanın üstü çerçeveler ile doluydu. Bir tanesine uzandı, camının üzerinde titreyen parmaklarını dolaştırdı. Çerçevenin içindeki fotoğrafta İstiklal madalyalı kara yağız bir adamla, makyajsız olmasına rağmen güzelliği göz alan bir kadın birbirlerine bakarak gülümsüyorlardı. Yaşlı kadın "Günaydın Anne, Günaydın Baba" dedi. Usulca yerine koyduğu çerçeveye bir bakış daha attıktan sonra başka bir çerçeveyi eline aldı. Bu siyah beyaz fotoğrafta da subay üniformalı bir adamla bir gelin yan yana duruyorlardı. Yaşlı kadın çerçeveyi titreyen dudaklarla öptü. "Günaydın Kocacığım" dedi. Kadın bu çerçeveyi de bıraktıktan sonra üçüncü ve son çerçeveye uzandı. Artık gözlerinden yaş damlıyordu. Fotoğraftaki biri erkek diğeri kız çocuklara bakıp "Günaydın Evlatlarım" dedi. Tüm çerçevelere kısaca göz atıp "Sizleri, hepinizi çok özledim" dedi.
Gözlerinde biriken yaşları sildi. Artık ağlamak için bile yaşlı hissediyordu kendini. Ağır ağır doğrulduğu koltuğundan eski telefonuna doğru yöneldi. Ağır ağır numaraları çevirdi. Karşısına çıkan adama "Bir taksi istiyorum" dedi ve adresi verdi. Kapısını kilitleyip, apartman merdivenlerine yöneldi. Yıllarca çekmediği zorluk kalmamıştı ama şimdi bu merdivenler hayatının en büyük engeli olmuştu. Ağır ve dikkatli bir biçimde iniyordu. Sabırsızlanan taksi şoförünün çaldığı korna sokağı inletiyordu. "Patlama be adam" dedi. Nihayet taksiye binebildi. "Teyze hoş geldin" dedi 25-30 yaşlarındaki şoför. "Nereye gidiyoruz?" Kadın kısa bir sessizliğin sonunda "Tüm bir gün beni taşır mısın?" diye sordu. "Sana 500 lira veririm." Adam küçümser bir gülümseme ile "Mal sahibi benden her gün 500 lira istiyor teyze" dedi.
Kadın gülümsedi
"O zaman sana 650 lira vereceğim ne dersin?"
"Kurtarmaz ama senin güzel hatırını kırmayayım. İlk önce nereye gideceğiz?"
"Anıtkabir'e"
"Anıtkabir'e mi?
"Evet"
"Tamam teyzeciğim"
"Yaş kaç teyzeciğim?"
"Seksen sekiz"
"Maşallah Allah uzun ömür versin teyzeciğim"
"Allah sağlıklı mutlu ömür versin oğlum"
"Haklısın teyzecim"
Taksi Anıtkabir'in kapısına gelmişti. Şoför "Teyzeciğim geldik" dedi. Dalgın görünen kadın "Evladım burada yardımına ihtiyacım var" dedi. "Benimle gel" Adam şaşırmıştı. "Tabii teyze" dedi. Kuşkulu gözlerle "Bizi buraya alırlar mı?" diye sordu.
O ana kadar dalgın ve yorgun görünen kadın, bir anda irkildi. Gözlerinden ateş fışkırarak "Ne demek almamak? Sen daha önce hiç gelmedin mi buraya?" dedi
"Hayır"
"Kaç yıldır Ankara'da yaşıyorsun?"
"Ben Ankaralıyım teyze. Doğma büyüme"
"Ee o zaman"
"Ne bileyim bir kez okulla gelmiştik bayramda. Bayram olmayınca burası kapalı sanıyordum ben"
Kadın sinirli bir şekilde kafa salladı. Şoför utanmıştı. Mozoleye çıkan mermer merdivenlere kadar konuşmadılar. Merdivenlere geldiklerinde Şoför kuşkulu bir şekilde
"Nasıl çıkacaksın Teyze?" diye sordu.
"Her ay nasıl çıkıyorsam öyle"
"Her ay geliyor musun?"
"Evet"
Uzun bir uğraşla merdivenleri çıktılar. Mozoleye doğru ağır ağır ilerlediler. İçerisi çok serindi. Şoför büyük bir azimle yürümeye çalışan kadının koluna girmişti. Kadının nefes alışları sıklaşmıştı. Nihayet mozolenin önüne geldiler. Kadın şoförün kolundan ani bir hareketle kurtuldu. Çantasını açtı. Tek bir karanfil çıkardı. Mozoleye doğru ilerledi. Çiçeği mozoleye koydu. Şoför şaşkınlıkla olayı seyrederken kadının ağzından şu sözlerin döküldüğünü fark etti. "Hayatım boyunca sana verdiğim sözü tutmak için çalıştım" Ağır ağır geriye çekilen kadın ellerini açıp Fatiha okumaya başladı. Şoför kısa bir şaşkınlığın ardından ona katıldı. Kadın bir anlık suskunluktan sonra "Hadi gidelim" dedi.
Geldiklerinden çok daha ağır bir şekilde arabaya döndüler. Şoför kadının durumundan endişelenmeye başlamıştı. "Yoruldun mu Teyze" dedi.
Kadın sustu. Bir süre suskunluktan sonra "Evet hem de çok yoruldum" diye cevapladı.
"Nereye gidiyoruz?"
"Bankaya"
Şoför arabasındaki kadının herhangi biri olmadığını anlamıştı. Bu yaşlı kadının Atatürk'e verdiği söz ne olabilirdi? En sonunda dayanamadı.
"Teyzeciğim bir şey sorabilir miyim?"
"Sor bakalım evladım"
"Anıtkabir'de Atatürk'e bir söz verdiğinizi söylemiştiniz. O söz nedir?"
"Uzun hikâye evladım"
"Olsun be teyze anlat ne olur"
"Ben lisedeyken bizim okulumuza gelmişti Atatürk. Beni de ona çiçek vermek için seçmişlerdi. Çiçeği verdiğimde bana ismimi sordu. Bende "Adalet" dedim. Bunun üzerine "Ne güzel ismin varmış" dedi. "Okulu bitirince ne olacaksın" dedi bana. Hemşire dedim. Oda "Güzel meslek ama bence sen Hâkim ol ismine çok yakışır" dedi. Ben kadından hâkim olmaz ki dedim. Kaşlarını çattı, "Sen istedikten sonra olur. Senden söz istiyorum hâkim olacaksın" dedi ."
"Sen ne dedin peki?"
"Mustafa Kemal emretmiş ne denir? Söz verdim."
"Peki, olabildin mi Adalet Teyze?"
"Evet, ben Cumhuriyetin ilk kadın hâkimlerindenim."
"Vay be. Sende ne hikâye varmış Adalet Teyze"
"Herkesin bir hikâyesi vardır evladım. Herkesin hikâyesi de kendine göre değerlidir. Eğer insanların hikâyelerini bilip anlayabilirsen insanlara daha anlayışlı davranabilirsin"
"Haklısın Adalet Teyze. Bu bankamı gelmek istediğin"
"Evet"
"Yardım edeyim mi? Bende geleyim mi?"
"Hayır. Sen burada bekle lütfen. Bu arada adın neydi evladım"
"Osman teyzeciğim"
"Tamam Osman. Beni 45 dakika kadar sonra buradan al olur mu?"
"Tamam teyzeciğim"
Adalet hanım bankadan içeri girdi. Osman öğlen saatinin geldiğini fark edip yemeğe gitti. Yemek boyunca Adalet hanımı düşündü. "Kim bilir neler yaşamış, neler görmüştür" diye düşündü. Tam vaktinde bankanın önündeydi. Adalet hanım 15 dakikalık gecikme ile geldi.
"Hoş geldin Hâkim Teyze"
"Çok uzun zamandır bana Hâkim denmemişti."
"Hoşuna gitmediyse söylemeyeyim?"
"Yok, aksine hoşuma gitti. Sağol"
"Nereye gidiyoruz?"
"Seyranbağları'na"
"Tabii"
"Hâkim Teyze çok yer gezmişsindir sen."
"Tüm Anadolu'yu karış karış gezdik rahmetli kocamla"
"Ne iş yapardı amca?"
"Subaydı."
"Ne zaman vefat etti?"
"1952′de"
"Çok olmuş. Gençmiş"
"Kore savaşında şehit oldu."
"Allah rahmet eylesin Hâkim teyze"
‘Sağol'
"Seyranbağları'na geldik nereye gideceğiz?"
"Sağa sap. İkinci binanın önünde dur."
"Tamam. Buyur Hâkim Teyze. Geleyim mi ben"
"Yok, bekle burada"
Osman beklemeye başladı. Bir ara merak etti. Binanın uzaktan görünen levhasına baktı. "Seyranbağları Kız Yetiştirme Yurdu" yazısını okudu. Anlam veremedi. "Bu kadın burada ne yapar ki?" diye düşündü.
Yarım saat sonra Adalet Hanım göründü. Yanında orta yaşlı kibar bir hanım vardı. Adalet hanımı arabaya ağır ağır bindirdi. Kadın "Adalet Hanım size ne kadar teşekkür etsek azdır. Her zaman yanımızdasınız. Kızlarda sizi çok seviyor. Ne olur arayı çok uzatmayın. Yine gelin" dedi. Adalet hanım, buğulu gözlerle "İnşallah. Kızlara selamımı söyleyin. Bende onları çok seviyorum. Onlara iyi bakın" dedi.
Araba hareket etti.
"Nereye Hâkim Teyze?"
"Hemen iki sokak öteye"
Osman iki sokak ötede bu sefer başka bir binanın önüne park etti. Bu binada da "Ankara Seyranbağları Huzurevi" yazıyordu.
"Bekle beni"
"Tabii Hâkim Teyze"
Yine 1 saate yakın bir bekleyişin sonunda bu sefer etrafında birçok yaşlı kadın ve adamla çıkageldi Adalet Hanım. Sarılıp öpüştükten sonra oradan ayrıldılar. Osman dikiz aynasından Adalet Hanım'ın gözlerinden akan yaşları fark etti.
"İyi misin Hâkim Teyze"
"İyiyim Osman. Eski dostları görünce insan bir hoş oluyor"
"Nereye gidiyoruz?"
"Cebeci Asri Mezarlığına"
"Tamam"
"Teyze nerelisin sen?"
"Aydın Sökeliyim. Babam orada pamuk ekerdi. Annem ev hanımıydı. Sonra Kurtuluş Savaşı oldu. Babam savaşa gitti. Söke işgal oldu. Biz dağlara kaçtık annemle. Saklandık dağ köylerinde. Savaş bitince Söke'ye döndük. Allah'a Şükür Babam da sağ salim döndü savaştan."
"Sonra ne oldu?"
"Liseye Aydın'a gönderdi babam. Orada Atatürk'le karşılaştım. Sözümü tutmak için İstanbul'a gittim. Hukuk fakültesine girdim. Orada rahmetli eşimle karşılaştım. O Harbiye'de okuyordu o zaman. Mezun olunca evlendik.."
"Çocuğunuz var mı?"
"Bir kızım bir oğlum vardı."
"Neredeler şimdi?"
"Oğlum dışişlerinde çalışıyordu."
"Ne güzel"
"1978′de Fransa’da Ermeniler öldürdüler."
"Üzüldüm Hâkim Teyze. Başın sağ olsun.. O da babası gibi şehit oldu yani"
"Evet. Şehit babanın şehit oğlu. Allah kimseye evlat acısı vermesin."
"Âmin. Ya kızın?"
"O eşi ve çocukları ile İzmit'te yaşıyordu. Öğretmendi. 1999′da depremde hepsi vefat ettiler."
"Allah rahmet eylesin. Boş boğazlığımla üzdüm seni Hâkim Teyze kusura bakma"
"Sanki sormasan aklımdan çıkıyorlar mı evladım. Sen üzülme sağol"
"Geldik Teyze"
"Tamam evladım. Al işte paran artık gidebilirsin."
"Hâkim teyze buradan nasıl döneceksin? Ben seni bekleyeyim eve bırakayım."
"Yok, beni alacaklar buradan"
"Hâkim Teyze bu para fazla. Kusura bakma ben sana yalan söyledim. Taksinin sahibi benden 350 lira bekliyor. Affet beni. 350 'yi ona veririm. Gerisi kalsın. Bende para istemem. Bugün senden aldığım hayat dersinin parasal karşılığı yok zaten."
"Çocukların var mı?"
"İki tane ellerinden öperler." Taksinin güneşliğinden çocuklarının resimlerini çıkarıp gösterdi.
"Adları nedir?"
"Kemal ve Ayşe"
"Oğlumun adı da Kemal'di."
Sessizliğin ardından Osman'ın elindeki parayı ittirdi Adalet Hanım..
"Onlara bir şeyler al benim için. Onları okut. Ama yalansız, dolansız, çok çalışarak helal lokma ile büyüt ve okut. Atatürk'ün bana yaptığı gibi içlerindeki gücü fark etmelerini sağla. Bir de vatanını, milletini sevmelerini öğütle onlara."
Osman Adalet Hanımın ellerine sarılıp öptü. Ona iyi evlatlar yetiştireceğine söz verdi. Adalet hanım mezarlığın kapısından ağır ağır içeri girerken; Osman yaşlı gözlerle onu izliyordu. Hayatının en büyük dersini kendisi küçücük, yüreği yaşadığı acılara rağmen kocaman ve güçlü bu yaşlı kadından almıştı. Osman arabasını mal sahibine götürmeye karar verdi. Bu gün daha fazla çalışamazdı.
Ertesi gün Ankara'da garip bir yağmur yağıyordu. Sanki gök delinmişti. Osman taksiyi mal sahibinden almış, durağa gelmişti. Çay ocağının yanında duran gazeteyi aldı. İlk sayfadaki haberlere göz gezdirdi. Siyaset doluydu gazete. Hiç anlamazdı. Sıkılıp adli olayların yer aldığı üçüncü sayfayı açtı. Taksiciler arkadaşları ile ilgili kötü haberleri genellikle oradan alırlardı. Göz gezdirirken bir haber dikkatini çekti.
"Dün gece geç saatlerde Cebeci Asri mezarlığında bulunan cesedin Cumhuriyet tarihinin ilk Kadın Hâkimlerinden Adalet YILMAZ' a ait olduğu belirlendi. Adalet YILMAZ' ın bulunduğu yerdeki mezarların eşine ve oğluna ait olduğu belirlendi. YILMAZ vefat ettiği gün bankadaki tüm parasını çektiği, bu parayı ikiye bölerek Seyranbağları'ndaki bir kız yetiştirme yurdu ile bir huzurevine bağışladığı belirlendi. Polis, Adalet YILMAZ'ın mezarlığa ölmek için gittiğini düşünüyor."
Osman bir anda sarsıldı. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Taksici arkadaşları hiçbir şey anlamadılar. Bir daha da hiç anlatmadı Osman bu yaşadıklarını. Herkesin tek bildiği Osman'ın bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında "Gökler bile sana ağlıyor" diyerek ağladığı…

Yazar Nuriye ÖZDİNÇER Pazar, 12 Ekim 2008


17 Ekim 2008

Gerçek Dost

Çok samimi iki dost ve arkadaşlardı. Fakat bir tanesi çok kurnaz, atılgan ve hareketli, diğeri ise çok saf, dürüst ve sessizdi.Bir gün kurnaz olan arkadaş, diğer arkadaşın yanına giderek işlerinin bozulduğunu söyler ve kendisinden para ister. Samimi dostu onu hiç kırmaz ve elindeki bütün parayı arkadaşına verir. Arkadaşı bu parayla işlerini düzeltir.

Bir süre sonra kurnaz olan yine arkadaşının yanına gider ve onun evlenmek üzere olduğu nişanlısını çok beğendiğini ve kendisine vermesini ister. Arkadaşı çok şaşırır, ne diyeceğini bilemez.

Fakat aralarında o kadar kuvvetli bir sevgi vardır ki arkadaşına hayır diyemez, nişanlısından vazgeçer.

Zaman içinde Saf olanın işleri bozulur ve birden arkadaşı aklına gelir...

(ben ona işleri bozulduğunda iyilik yapmıştım diyerek) arkadaşının iş yerine gider ve çalışmak için iş ister. Arkadaşı ona iş vermez. Bizimki pişmanlık ve üzüntü içinde geri döner ama yinede arkadaşına kızamaz.

Bir gün sokakta dolaşırken yanına hasta ve yaşlı bir adam yaklaşır. Fakir olduğu için ilâç alamadığını söyler.

Bizimki yaşlı adamcağıza acır, istediği ilaçları alır ve adamcağıza verir. Kısa bir süre sonra yaşlı adamın öldüğünü duyar. Yaşlı adam çok zengindir ve bütün mirasını ona bırakmıştır.

Saf adam artık zengindir. Biraz da sevdiği dostuna kırgınlığından dolayı dostunun işyerinin karşısında bir ev alır ve oraya yerleşir.

Bir gün evinin kapısını dilenci bir kadın çalar. Yaşlı kadın çok aç olduğunu, kendisine yemek vermesini ister. Bizim saf hiç düşünmeden kadını içeri alır karnını doyurur. Kimsesi olmadığını öğrendiği kadına; kendisinin de yalnız olduğunu söyler ve “bu evde birlikte yaşayalım sen evin işlerini ve yemekleri yaparsın” der, yaşlı kadın hiç düşünmeden kabul eder. Bir süre sonra yaşlı kadın bizimkine, kendine uygun bir kız bulup evlenmesini söyler. Bizimki böyle bir kıza nasıl ulaşacağını, kendisinin tanıdığı olmadığını söyler. Yaşlı kadın ona uygun bir kız tanıdığını ve kendisiyle görüştürebileceğini söyler. Görüşmeler sonucunda evlenmeye karar verilir ve düğün davetiyeleri basılır.

Bizimki kırgın olduğu halde çok samimi dostunu yinede unutamamıştır... Biraz da geldiği konumu görmesi açısından samimi arkadaşına da davetiye gönderir.

Düğün günü gelir çatar. Saf adam düğün salonunda bir şeyler söylemek isteğiyle mikrofonu alır ve başlar yaşadıklarını anlatmaya;

“Eskiden çok sevdiğim bir dostum vardı. Bir gün işleri bozulunca benden borç para istedi. Elimdeki bütün parayı verdim. Evlenmek üzere olduğum nişanlımı çok beğendiğini söyleyerek benden istedi. Çok üzülerek onu da kendisine verdim. Çünkü biz gerçek dosttuk onun üzülmesini istemedim. İşlerim bozulduğunda onun fabrikasına gittim ve çalışmak için kendisinden iş istedim. Bana iş vermedi. Çok üzüldüm, ama yinede arkadaşıma kızmıyorum. Çünkü biz gerçek dosttuk.”

Bu konuşma üzerine kurnaz olan arkadaşı daha fazla dayanamaz mikrofonu eline alır ve başlar konuşmaya;

“Benim de bir zamanlar çok sevdiğim bir dostum vardı. İşlerim bozulduğunda kendisinden para istedim, bütün parasını bana verdi. Sonra ondan nişanlısını istedim, üzülerek nişanlısını da verdi.

Nişanlısını istememin nedeni ise o kadının arkadaşıma layık olmamasıydı. Çünkü O kadın kötüydü. (hayat kadınıydı) Kendisi çok saf olduğu için arkadaşımı o kadından bu şekilde kurtardım. İşleri bozulduğunda gelip benden iş istedi. Arkadaşımı kendi emrimde çalıştıramazdım, o yüzden iş vermedim. Günün birinde karşılaştığı yaşlı adam benim babamdı. Babam çok hastaydı ve ölmek üzereydi. Onu arkadaşımın yanına ben gönderdim ve mirasını ona ben bıraktırdım. Evine gelen dilenci kadın benim annemdi. Ona bakıp iyi yaşamasını sağlamak için gönderdim. Şu anda evlenmekte olduğu kişi de benim kız kardeşim. Onu arkadaşımla evlenmesi için ben ikna ettim.Her şey senin içindi..."

Hikayeden alınacak ana fikir (bence)
İnsan dostu için yaptıklarını mecbur kalmadıkça açıklamaz.
Tüm yakınlık duyduklarınıza birde bu gözle bakın...
Siz fark etmeden sizin için kim bilir neler yaptılar. Sadece sizin için…

Veda


"Gençliğine güvenip erken erken derken, belki veda bile edemezsin giderken ..."
Mustafa Metin
.


15 Ekim 2008



Veda etmeden gittiğin için değil ama zamansız gittiğin için çok üzgünüm.
Güle Güle Mustafa Metin...





16 Ekim 2008

ODUNCU İLE ŞEYTAN DÖVÜŞÜ

Odunculukla hayatını kazanan bir zat vardı. Allah'a karşı kulluk" vazifesini yapar, kimsenin ekşisine tatlısına karışmazdı. Bu zahit kişinin bulunduğu köyün yakınında bir köy daha vardı, onlar da dağda kutsal diye kabul ettikleri bir ağaca taparlar, ondan meded beklerlerdi.
Oduncu, bir gün: «Şunların Allah diye taptıkları ağacı kesip odun edeyim, pazarda satarak ekmek parası kazanırım; hem de, bir kavmi Allah'a isyandan kurtarmış olurum» diye düşünerek Allah rızası için ağacı kesmeye karar verdi.
Dağa doğru giderken karşısına acaip suratlı pis bir adam çıkarak nereye gittiğini sordu. Oduncu:
- Halkın Allah diye taparak Allah'a isyan ettikleri ağacı kesmeye gidiyorum, dedi. Adam, oduncuya:
- Ben şeytanım... O ağacı kesmene müsaade etmiyorum, deyince zahit oduncu, şeytana çok kızmıştı.
Öldürmek için hücum ederek yere yatırdı ve üzerine oturup hançerini boğazına dayadı.
Şeytan zahide:
- Ey zahid, sen beni öldüremezsin. Allah bana kıyamete kadar müsaade etmiştir. Fakat gel o ağacı kesme, seninle anlaşalım. Ben sana her gün bir altın vereyim, sen de ağacı kesmekten vazgeç. Hem el ağaca tapıyormuş, günah işliyormuş senin neyine gerek, altınını al işine bak, dedi.
Adam şeytanı bırakmıştı. Şeytan adama, akşam yatıp sabahleyin yastığının altına bakmasını söyledi ve anlaşarak ayrıldılar.
Adam ağacı kesmekten vazgeçip, evine dönmüştü.. Akşam yatıp sabahleyin yastığının altına baktığında, altını gördü. Memnun olmuştu, ikinci gün oldu. Fakat bu sefer şeytan altını koymamıştı. Adam kızıp baltasını aldığı gibi dağa ağacı kesmeye gitti. Fakat yolda yine şeytanla karşılaştılar. Adam şeytana iyice kızmıştı. Görünce:
- Seni sahtekâr seni, kandırdın değilmi beni?., diyerek üzerine hücum etti.
Fakat evvelkinin tam tersine bu sefer şeytan adamı tuttuğu gibi altına aldı. Adam şaşırmıştı. Bu nasıl hâl der gibi şeytanın yüzüne bakıyordu. Şeytan:
- Hayret ettin değil mi? Niçin bana yenildiğinin sebebini söyleyeyim: Dün sen Allah rızası için ağacı kesmeye gidiyordun. Seni değil ben, dünyadaki bütün şeytanlar bir araya gelsek yine yenemezdik. Lâkin şimdi Allah rızası için değil de, sana altını vermediğim için kızdığından gidiyorsun, işte o yüzden bana mağlup oldun ve sana ağacı kesmene müsaade etmeyeceğim, dedi

CANSIZ HOCA

Trabzon'da bir efsane gibi anlatılan, dini sorulara nükteyle, küfürle cevap vermesiyle meşhur Cansız Hoca, 1990'larda ses kayıtları ortaya çıkan ama varlığı
kanıtlanamayan Oflu Hoca'nın aksine gerçek. Karadeniz fıkralarını çağrıştıran dini yorumları da…
Mustafa Cansız, 1895 – 1975 yılları arasında yaşadı. Arapça, Farsça, Çağatayca, Rumca bilgisi, koyu CHP'li olması, akademisyenlere taş çıkarır kültürüyle her yönden farklı bir din adamı.

ALT-ÜST

Kadının biri hayatını fahişelik yaparak kazanmaktadır. Öldüğünde cenaze namazı için camiye getirilip musalla taşına konulur. İmam, kadının cenaze namazını kıldırmak istemez. Mesele büyür, Trabzon Müftülüğü'ne intikal eder. Müftü telaşlanır. Cansız Hoca'ya haber verilir. Durum izah edilir.

Olay mahalline geldiğinde cenaze namazını kıldırmayan hocayla aralarında şu diyalog geçer:

- Bu kadının cenaze namazını niçin kıldırmıyorsun?

- Hocam bu kadın hayatında hep fuhuş yapmış. Böyle birisinin cenaze namazı kılınmaz.

- Ulan, üstte yatan pezevenklerin cenaze namazlarını kılıyorsunuz da altta yatanlarınkini niçin kılmıyorsunuz?

KURAN SAYFALARI

Cansız Hoca'ya yerli yersiz herkes dini sorular soruyormuş.

- Hocam, yeryüzünün her tarafına Kuran sayfaları serilse ve büyük abdest ihtiyacın gelse bu ihtiyacı nerede gidereceksin?

Cansız Hoca çok sinirlenerek şu cevabı vermiş:

- İhtiyaç giderecek yer kalmadığına göre, senin ağzına sıçmaktan başka çare yok.

HOCA ÇIKTI

Cansız Hoca, vali ve üst düzey bürokratlarla bir yemeğe katılır. Hocaların çok yemek yemesiyle ilgili bir fıkra anlatılır:

- Hoca ile manda bostana düşmüş. Görenler, hangisini çıkaralım demişler. Kimileri mandayı çıkarın o çok yer demiş, kimileri de yok

hoca daha fazla yer onu çıkarın demiş.'

Fıkrayı dinleyen Cansız Hoca masadan kalkmış, bir kenara oturup sigarasını yakmış, Masadakilerden biri Cansız Hoca'ya, 'Hocam niçin kalktınız' diye sorunca,

Cansız Hoca şu cevabı vermiş:

'Hoca çıktı mandalar yesin.'

OKUNAN DUA ÖLÜ RUHUNA GİDER Mİ?

İzmirli bir avukat dava için Trabzon'a gelmiş. Sohbet esnasında, okunan duaların ölünün ruhuna gidip gitmeyeceği tartışılmış. Avukat, okunan duaların ölülerin ruhuna gitmeyeceğine inanıyormuş. 'Seni ancak Cansız Hoca ikna edebilir' demişler. Hocanın tavla oynadığı kahveye gidilmiş.

Adam sorusunu yineleyince, aralarında şu diyalog geçmiş.

- Elbette gider.

- Peki nasıl gider?

- Senin anan, eşin, kızın var mı?

- Var.

- Nerede oturuyorlar?

- İzmir'de.

- Senin ananı, avradını, kızını...

- (Adam sinirlenerek hocanın üzerine yürümüş) Ne biçim konuşuyorsun sen?

- Niye sinirleniyorsun? Duaların buradan ahirete gittiğine inanmıyorsun da, küfürlerin buradan İzmir'e gittiğine niye inanıyorsun?

Doğa Derneğinden



Tarkan ve Doğa Derneği Genel Müdürü Güven Eken NTV akşam haberleri canlı yayında

Tarkan'ın doğanın yok oluşuna dikkat çekmek için ürettiği, Orhan Gencebay'ın sazı ve sesiyle destek verdiği "Uyan" adlı şarkının videoklibi 16 Ekim Perşembe akşamı 19.00'da NTV akşam haberlerinde yayımlanacak. Akşam haberlerinde Tarkan ve Doğa Derneği Genel Müdürü Güven Eken, canlı yayın konuğu olarak "Uyan" şarkısı ve doğa hakkında sohbet edecek.

Doğa Derneği'nin yayını Doğa Dergisi ile kamuoyuna sunulan "Uyan" adlı şarkının merakla beklenen klibi NTV'de yapılacak canlı yayında ve ardından Doğa Derneği'nin internet sitesinde (www.dogadernegi.org) adresinde yayımlanacak. Tarkan ve Doğa Derneği Genel Müdürü Güven Eken NTV'nin ana haber bülteninde doğanın içinde bulunduğu durumu, "Uyan"ın hikayesini ve doğayı korumak için yapılması gerekenleri anlatacak.

Tarkan'nın Doğa Derneği'nin çalışmalarına destek vermek için hazırladığı "Uyan"ın videoklibinde Tarkan ve Orhan Gencebay birlikte yer alıyor. Ben&Jerry's'in ortaklığı ile Doğa Derneği'nin koruma çalışmaları yürüttüğü Gediz Deltası'nda çekilen videoklip çarpıcı görüntüler eşliğinde doğadaki yok oluşa dikkat çekiyor.

04 Ekim 2008

Doğa Derneği

"Doğa" Dergisi Yayın Hayatına Başlıyor

Doğa Derneği'nin, Türkiye doğasının bilinmeyen özelliklerini, önemli doğa alanlarını ve nadir canlı türlerini konu alan dergisi "Doğa"nın ilk sayısı 1 Ekim'de tüm gazete bayilerinde yerini alacak. Tarkan'ın doğanın yok oluşuna dikkat çekmek amacıyla yazdığı ve söylediği, "Uyan" adlı şarkı kamuoyuna ilk defa ve sadece "Doğa" dergisinin bu sayısıyla birlikte sunulacak.

Doğa Dergisi, Türkiye'nin yaban hayatına, doğa fotoğrafçılığına, doğa turizmine ve doğanın diline zengin görseller ile ayna tutacak ve doğanın korunması için önemli bir boşluğu dolduracak. Üç ayda bir yayımlanacak ve gazete bayilerinden satın alınabilecek Doğa Dergisi, Türkiye'de doğayı tanımak ve yaşatmak isteyen herkes arasında köprü oluşturacak. Yüzde yüz geri dönüşümlü kâğıda basılan dergi, tüm Türkiye'de 6 YTL fiyatla satışa sunuluyor.

Tarkan'ın "Uyan" adlı single'ı hediye…

Devamı için aşağıdaki linki tıklayınız.

http://www.dogadernegi.org